YOK gökyüzünden, güneşten bir haber; yıldızlarımız yere düş/ürül/müş. Yol, iz bilmez, pusula görevi görmez yıldızlar bunlar. Led ışıklar…
Aydınlatırken yoran, statik elektrikle bedeni yükleyip sömüren yıldızlar. Gözleri kamaştırmaktan, akılları uyuşturmaktan, gördüğüne kandırıp ötelere uzanmaktan alı koyan yıldızlar. Gökyüzüne kudret ile kondurulmuş da değiller. Bu yıldızların bir tavana, bir askıya eli mahkûm.
Elle tutulur her ne varsa tanrılaştırma eyleminden mülhem bir anlayışın, “Alemlerin Rabbi olana” küstahça meydan okumasını eşyasız, maddesiz sürdürememenin acziyetini deşifre eden yıldızlar.
Gören göz olmayınca kandırılmaya amade, asıldan vazgeçip suni olana teşne olanlar Hakk’a dair, hakikate dair olanın ayırtına varamaz bir türlü. Çünkü modern hayatın yasasında “insanı kâinattan, varoluş ve uyum alanından koparmak” vardır.
Dünyaperstler, kâinatın muhteşem nizamına gözlerini kapatıp, gören gözleri de kâinatın harikulade sanatından mahrum ederek kendi beton mabetlerine mahkûm eder. Sonra da Rabbin ikramı olan havayı icat ettiği havalandırma cihazından süzünce kendi yaratmış kadar mağrur bir hal ile beton yığınlarını havalandırır.
Güneşten mahrum bu mekânlara aydınlıkta girilir, karanlıkta çıkılır. Aldatmaca saati hızla akıp gider. İnsanoğlu -tam da Batı’nın hesapladığı gibi- kâinatı ve kendini “oku”maktan uzaklaştırı(lı)p oyalanmıştır.
Bu mahkûmiyet için ve kapitalizmin mabedi hükmünde olan devasa, gez gez bitmeyen alışveriş merkezleri için de iyi mazeretler üretmekte pek mahir olan post-modern sistem, periyodik isimlerle tuzaklarını idame ettirir. Renkli drajeler gibi hap haline getirilmiş Noel, sevgili, anne, baba, kadın günlerini sadra şifa gibi sunar.
Aç ağzını, yum gözünü
Dünyayı kana bulayan Haçlı zihniyetinin değiştirme ve dönüştürmeyi sistemli bir biçimde hap haline getirdiği ve “aç ağzını, yum gözünü” şirinliği ile bize yutturduğu son yüzyılda, hapı yutmanın rehaveti içindeyiz.
Böylesi hapları yuttukça derinleşiyor uykumuz ve okyanus ötesinden kuşatılıyor etrafımız.
Hâlbuki geçsek aynanın karşısına ve aldanmışlığımıza, nefsimizin ayıkmazlığına “açsak ağzımızı, yumsak gözümüzü”, yutmayacağız hap/lar/ı. Hapı yutup yan tesirlerini de kâle almadıkça vahye dayandığımızı iddia edebilir miyiz? Ediyorsak -peki o zaman-, modern Haçlılar parmağını böyle kör gözümüze cüretkârca nasıl sokup bizi vahim bir körlüğe sürükleyebiliyor? Yuttuğumuz hapların sayısı arttıkça ayıkmaz bir sarhoşluk içinde aslımızı unutup, sahici kaynaklarımızdan uzaklaşıp tedbirsizleşiyoruz.
Suriye kan ağlıyor, Arakan sürgün, Kudüs yanıyor, içimizi biteviye kurtlar kemiriyor. İslam’a teslim olmanın maskesi altında, kuyular kardeşleri biriktiren kumbaralara dönüyor. İhanetin gölgesi siyah bir bulut gibi uyku halindeki halimizin üzerine çöküp uykumuz bölünmesin diye demokratik ninniler söyleniyor.
Uyku halimiz, teslim olduğumuz dinin hakikatlerini de perdeliyor. Ve bizler, “İnandığımız gibi yaşamamanın” kefaretini, “yaşadığımız gibi inanma” gafletini de uykularımıza ekleyip aç ağzını yum gözünü şirinliğine kanarak yol alıyoruz. Evet bizler her geçen gün, iflah olmaz biçimde hapçı oluyoruz!
Bu yüzdendir ki, Kudüs’e, Arakan’a, Suriye’ye, Doğu Türkistan’a, Urumçi’ye, Myanmar’a derin uykularımız susuzlukla bölündüğü demlerde ağıt yakıp yeniden uykuya dalıyoruz.
Hapları gönüllülük esası ile bize yutturanlar, bayramlarını, yaslarını, “Haç”larını, “Hilal”e şehadet parmağını uzatmış tüm coğrafyalarda bize ninni kılıyor.
Uykumuzdan ayıkıp, yuttuğumuz hapların panzehri vahyi reçete, başucumuzda, yanı başımızda, rafımızda şifa sunmak için bizi bekliyor…