Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana herkes kendine göre bir cumhuriyet tanımını adeta dayatıyor.
1930’lu yıllarda anlaşılan ile bugün anladığımız cumhuriyetin tanımı da aynı değil. Bir dönem moda olan 2. Cumhuriyet meselesi de apayrı bir yazı konusu.
Dünyada isimleri cumhuriyet olan ama hepsi birbirinden çok farklı rejimler mevcut. İran İslam Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Almanya Federal Cumhuriyeti, Birmanya Sosyalist Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey) gibi. Yanlış hatırlamıyorsam dünyada 125 tane adında cumhuriyet olan ülke var.
En önemli mesele, çok farklı düşünen kesimlerin kendilerini cumhuriyetin tek ve meşru sahibi olarak görmeleri. Bu sorunlu zihniyet devam ettiği müddetçe tartışmalar da devam eder.
Sayısı çok olmayan ama sesleri çok çıkan bir kesim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu ilk günden bu yana siyasi iktidarların uygulamalarını ve yanlışlarını eleştirenleri Cumhuriyet düşmanı olarak yaftalıyor, mütedeyyin insanların “Cumhuriyet” ile bir sorunu olduğu ezberini tekrarlıyor. Devletin tek sahibi olarak kendilerini gördükleri için Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes adına söz söyleme ve karar verme yetkisini kendilerinde görüyorlar. Kendilerini birinci sınıf, kendileri gibi düşünmeyen herkesi ikinci sınıf veya tebaa olarak görme eğilimindeler. “Biz şey söylenecekse sizin adınıza da biz söyleriz” yaklaşımından maalesef vazgeçilmiş değil.
Kendi fikirlerini ifade etmeye çalışan herkese “Hayır o öyle değil, böyle olmalı” diye düşünceye ve fikirlere müdahale edecek kadar da pervasızlar. Yani bunun diğer tabiri “Senin düşünme hakkın ve kendine ait fikirler üretmen dahi yasak. Ben senin adına düşünür ve ifade edilmesi gerekiyorsa ederim”den başkaca bir şey değil.
Aynı şey yaşam tarzı için de geçerli. “Sen öyle yaşayamazsın, doğrusu bu, benim dediğim gibi yaşayacaksın”a kadar vardırıyorlar işi. Yani, ne düşüneceksin, ne yiyip ne içeceksin, nasıl giyineceksin, ibadetleri dahi nasıl ifa edeceksin onlar karar verecek. Bu dayatmacı ve tek tipçi bağnaz zihniyet kendilerinden gayrısını anlama çabasına girmemekte ısrarcı.
İnsan sosyal bir varlık ve ister etnik kökeni, ister dini inancı ne kadar farklı olursa olsun bir arada yaşayabilme kültürüne sahip olabilmesi gerek.
Ayrıca bir ülke vatandaşlarını bağlayan ana unsur anayasa ve yasalardır. Bunlar da evrensel hukuk ilkelerine aykırı olamaz. Bu evrensel ilkelerden, anayasadan ve yasalardan bihaber yaşayanlar tek tipçi ve dayatmacı bir zihniyetle toplumu dizayn edebilmelerinin devamını arzu ediyorlar. Pek tabi ki böyle bir dünya yok.
Bu ülkenin vatandaşlarının tamamı yasaların ve anayasanın teminatı altındadır. Bir sınıf, zümre ve istisnalar mevzubahis bile değildir. Herkes eşit, hak ve özgürlüklere sahiptir. Şahıslar hesap sorma, adaleti, yasaları ve anayasayı tesis etme merci değildir. Tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları her alanda ve her şekilde yasalar önünde Anayasa’nın teminatı altında birinci sınıf vatandaştır.
Aslında Cumhuriyet’in 95. yılında bunları konuşmak-yazmak bile bir utanç vesilesidir. İşin tuhaf yanı bugün, 95 yıla rağmen herkeste farklı bir cumhuriyet algısı olması hiç de normal değil.
Her zaman ifade etmeye çalıştığımı tekrar ifade etmeliyim ki, herkesin farklı manalar yüklediği kavramlarla meseleyi çözemeyiz. Her şeyden önce tarifleri netleştirmek durumundayız. Cumhuriyetin taşıması gereken özelliklerin de netleşmesi diğer önemli konu. Aslında herkesin cumhuriyet anlayışının farklı olması ile birlikte kendi anlayışındaki cumhuriyetin egemen olmasını istemesi bu sorunların kaynaklarından.
Herkesin ısrarla değişmesi gerektiğini ifade ettiği halde bir türlü değiştirilmeyen 12 Eylül 1980 darbe anayasasının yerine yeni bir anayasa pek çok sorunun çözümü açısından fayda sağlayabilir.