Elbette bugün çok açık bir gerçeği idrak ediyoruz; “Demokrasinin de demokrasiye ihtiyacı var” hakikatiyle…
Demokrasi, devletler tarihinde insanın ulaştığı “en ideal” yönetim modeli olarak sunuldu son yüz elli, iki yüz yıldır…
Peki, gerçekten böylemi?
Demokrasi gerçekten “hakikat söyleme cesareti” sundu mu/sunuyor mu?
Demokrasiler gerçekten özgürlüklerin tecelligâhı mı?
Evet, işte bu temel sorulara hiç sarsılmadan cevap verebilecek bir demokrat var mı?
“Var” diyenlerin çok ciddi ikna delilleri olmalı bence; dünyayı her gün biraz daha karmakarışık hale getiren “demokrasi havarileri”nin konfigürasyonlarını da ihmal etmeden…
Herkesin -terör üretenin bile– hiçbir sınıra takılmadan edip-eyleyebildiği bir yerde, gerçekten özgürlük var mıdır?
Bünyesinde bu ve buna benzer birçok acı cevaba gebe bir sekülerlikten bahsediyoruz nihayetinde…
Bu ülkede de dâhil olmak üzere, kendisine destek bulan şiddetin “yaşam kaynağı” ve şemsiyesi, gerçek demokrasinin bile düşmanı olan “maskeli demokrasi” değil mi?
Bu türden bir demokrasi “eşitlik” oltasıyla, adaleti “yok” saydıranların, fıtratın getirdiği farklılıklara “yapı söküm”cü bir zulmü değil mi?
Adalet, tarih boyunca “tuz” metaforuyla anıldı; o koktuğunda, korunacak hiçbir şeyin kalamayacağı hakikati ile…
Maalesef ülkemizde de son yıllarda “tuz”umuzu kokutmak isteyenler, hayatımızın bodrum katını oluşturan adalet sistemimizi de, “demokrasi” diyerek ciddi bir türbülansa soktular…
Bir toplumda işler karıştığında “Hakikati söyleme cesareti” adalet dağıtıcılarının elindedir…
Herkes son sözü -hem de hakikat olarak- yargıdan duymak ister; “Kestiği parmağın acımayacağı” inancıyla…
Çünkü adaletin kesmediği her parmak, onarılması mümkün olmayan acılar bırakır…
Bu minvalde, işin farkında olan Adalet Bakanlığı’nın Türkiye’nin her yerinden yüzlerce akademisyenle yaptığı çalışmalara şahit oldum; son Ankara ziyaretimde…
“Adalet sistemimizi girdiği bu türbülanstan nasıl kurtarabiliriz? Nasıl daha iyi hâkim ve savcılar yetiştirebiliriz? Mahkemelerin iş yükünü nasıl azaltabilir, adaleti en hızlı nasıl tecelli ettirebiliriz?” sorularının derin cevapları arandı/aranıyor…
“Arabuluculuk Daire Başkanlığı”nın “Temel Arabuluculuk Eğitimi Çalıştayı”na katıldığım günlerde, Adalet Akademisi’nin de bir çalıştayı vardı aynı mekânda…
“Hakikati söyleme cesareti”ne sahip hâkimlerin, savcıların ve akademisyenlerin kendi kendilerine de hakikatlerini söyleyebildiklerine şahit oldum…
Sokakta, mahallede ve elbette toplumun her kesiminde konuşulan bütün meselelerin ne kadar farkında olduklarına da…
İşlerinin o kadar da kolay olmadığını bilmek zorundayız; ha dediklerin de halledilemeyecek türden bir iş olması sebebiyle…
28 Şubatçıların,17-25 Aralık ve 15 Temmuz’un müsebbiplerinin yerinden oynattıkları o kadar köklü ve o kadar hassastı ki, şimdi onu tekrar yerli yerine oturtacak olanların eli titremeyen bir cerrah hassasiyetine, tartacak olanların da en ince ölçüyü bile kaçırmayan bir kuyumcu terazisine ihtiyaçları var…
Zira yerinden oynayan “her şeyin ölçüsü” idi; her şeyin bozulmasından anladığımız üzere…
Toplumun, kamunun vicdanını temsil eden adalet sitemimizi tekrar yerli yerine oturtacak olanlar da yine bu ülkenin hâkimleri, savcıları ve akademideki hukukçularıdır…
Şahit olduğum samimi çabalar “tuz”umuzu kurtaracak, vicdanımızı rahatlatacak umut vadi gibiydi…