Geldiği anda fark etmiştim esasen, bu benim 1,5 ay önce yolcu ettiğim kadın değildi. Yaklaşık her 4-5 ayda bir gidip gelirdi ailesini görmek için ve bir süre kalırdı Şam’da. Ben gidemezdim, o gidebilirdi. Orada kaldığım günlerde edindiğim güzel dostlardan ulaşabildiklerine selamlarımı götürür, ne durumda olduklarına dair haberlerini getirirdi bana, tabii ki hayatta kalabilenlerinden… Her dönüşünde, zarif bir renk ve neşe katardı yaşamımıza Suriye’deki geniş ailesi üzerine anlattığı latife dolu, eğlenceli hikâyelerle. Tüm elem verici gelişmelere rağmen moral verir, “Yakında hepsi bitecek, bu rejim daha fazla kalamaz” derdi. Ancak bazen endişelenir; “Kolay vazgeçmeyecekler, ben bunların ruhlarını iyi bilirim” dediği de olurdu.

Türkiye’ye yeniden ulaşmış olmanın verdiği huzurla sadece oradaki durumu üstünkörü anlattı. Sıkça kötünün çok kötüsü diyor ve susuyordu. Belli ki, biraz rahatlamak, kafasını oradan buraya taşımak istiyordu. Ben de bu hali nedeniyle pek yormak istemiyordum. Ama bu kez karşıladığım bu kişi, yolcu ettiğim o sevinç dolu insan değildi. Sabah kahvaltı yaparken bir telefon geldi ve Şam’ın kadim ailelerinden birine mensup bu güçlü kadın kendini tutamadı. Gözlerinden iradesi dışında boşalan yaşları bana belli etmek istemiyor, “nedir mesele?” diye sorduğumda ise, “bildiğin şeyler” deyip geçiştirmek istiyor ancak içli ve küçük gözlerinden akan sele de engel olamıyordu. Israrcı oldum bu kez. “Rükneddin’de bir patlama olmuş” dedi, “evimizin yakınlarında…” ve devam etti: “Bildiğin gibi değil, bu gidişimde çok yaralandım, hiç tahmin etmediğim hadiselere tanıklık ettim. İnsanlar, evleri yakılıp yok edilmiş, kocaları, karıları, kardeşleri, babaları öldürülmüş sokaklara sığınmışlar, oralarda yaşıyorlar. Gül gibi, çiçek gibi kız çocukları analarının dizleri dibinde kaldırımlar üzerine serdikleri şiltelerle taşlar üzerinde yatıp, uyuyorlar. Gidecek ve kaçacak bir yerleri yok. Onları gördüm, göz göze geldim onlarla” dedi.

Ben sustum, o ağladı ve anlatmaya devam etti: “Şam, işte bu uzunca bir zaman yaşayıp âşık olduğun ve bir gün dönmek üzere terk etmek zorunda kaldığın bu kadim şehir artık senin, bizim Şam’ımız değil.” Gün boyu yerle bir edilmiş şehrini ve halkının çaresizliğini anlattı. “Guta, Zemelka, Kabun, Hareste, Cobar, Muhayyem Yermuk, Berze ve Sagbul Beled, Bebebila vs… Şam’ın böyle ilçeleri kalmadı artık, harabe oldu hepsi. Bu insanların bir daha asla sahip olamayacakları şekilde evleri, yuvaları perişan edilmiş, sevdikleri her şeyleri, geçmişleri, gelecekleri ve umutları ellerinden alınmış” dedi ve gözyaşı dökmeye devam etti.

Şam’ın dertli, acılı, ölüm yüklü kimyasal kokusunun üzerime sindiğini hissettim. Gün ve gece boyu Şam’ın yok edilmişliğinin hüzünlü, derbeder müziğini dinledim. Zalimce kıyılmış hayatlar, geriye gelmeyecek canlar ve parçalanmış bir şehrin iniltisini, kimi zaman acıyla feryat edişini duyumsuyordum ve ruhumda onulmaz yaralar açmaya devam etti bu kakafonik anlatı.

Arada bir tekrar ediyor, “Orası senin âşık olduğun mübarek şehir değil artık, böyle bir Şam kalmadı” diyor. “Bizi birbirimize sunan ve aramızdaki ülfeti çoğaltan bir Şam yok artık” diyor. Ve ben ağlamaklığımı içime gömercesine bir tavırla, “Yok ya az kaldı bitecekler, Şam yine bizim olacak” diyorum. O emin olmayan gözlerle acılı tebessümler sunuyor bana ve ağzından belli belirsiz bir “İnşallah” lafzı dökülüyor.

Sonrasında ortamı hafifletmek için ortak tanıdığımız arkadaşları falan soruyorum. O dana bana Şamlı nüktedan tarihçi dostumuz Sümeyye’nin bir esprisini aktarıyor: “İyi de hala niye savaşıyorlar ki? Muhalifler de kazansa, Esed rejimi de kazansa ortada bir problem var. Kimi yönetecekler? Ölen öldü, ölemeyenler hapislerde. Kaçan, göçen de zaten yollarını çizdi, yani ortada bir Suriye halkı kalmadı ki yönetilecek…” Tebessüm etmek istiyorum ama yapabildiğim sadece zorlama mimiklerle -mışçasına bakışlar atmak. Şimdi biraz kendini biraz da beni rahatlatmak üzere nükteli ironilerine devam ediyor: “Ya biliyor musun Hakan’la Emira’ya, Eyyüb ve diğer arkadaşlarına tatlı getiremedim, çünkü Ebu Raşhed artık tatlı satmıyor” diyor. “Hadi ya, n’apıyor” diye safça soruyorum. “İçinde tatlı olmayan ve üzerinde ‘Ebu Rashed’ yazan boş kutuları imzalayarak geçmişe dair naif bir hatıra bırakmak adına ücretsiz dağıtıyor” şeklinde bir cevap veriyor. Gülümsüyoruz birlikte, yüreklerimiz titrek ve acılı…

Bugün bu kadını yine Şam’a yolcu ederken ‘’ Güzel öyküler getir artık bana’’ dedim. ‘’Siz adamakıllı yoksanız hiçbir güzel hikaye çıkmayacak ülkemden’’ şamarını yüzümde patlatarak ve arkasına bakmaksızın yürüdü.

Ben hiç bir şey diyemedim ve artık ağlayamadığım için de kendimi yazıya vurdum…