Günümüz insanı algı yetisini -neredeyse- tamamen görmeye endekslemiş durumda. Görmediği şeye inanmıyor, insanoğlu. Dokunmanın bile anlamı kalmadı. Duygudan hiç bahsetmiyorum bile. Hissetmek, sezmek devre dışı kalıyor. Duygu diye başlayan mevzuların çoğu haz ve güdü rehberliğinde ilerleyen geçici hususlara dönüşüyor.
Duymak da artık dinleme eylemi haricinde yapılıyor. Kulak sadece yansıtma vazifesi görüyor. Almak, tutmak, ulaştırmak ya da duyumsamak yok.
Duymak da yok duyumsamak da…
Tam böyle bir ortamda kaybetmeye başladığımız şeyleri ayakta tutmak, hayatta tutmak için bize lazım olan; sanat…
Teorik olarak sanatın ve sanatkârın vazifesi günümüzde artık budur desek abartmış olmayız sanırım. Tarihin her döneminde insanı ve toplumu dönüştürme, yönlendirme ve insan ile toplum için bir ifade biçim olma işlevi gören sanat, zamanımızın karmaşık ve çapraşık manzarası sonucunda -elbette- işlevsel dönüşüm ya da yenilenme yaşıyor. Kadim mevcudiyeti ve kudretinin yanında sanat için güncel okumalar ve uygulamalar gerekiyor.
Bu konuya zamane insanının görmeden inanmadığı gerçeği ile başlayabiliriz.
Görmeden inanmayan insanlığa göstererek ve daha çok göstererek izah ederek ve hep daha fazla göstererek yardımcı olmuş olunur mu?
Göstermek, illa göstermek, ısrarla işaret etmek, düşünceye ve duyguya yer bırakmamak neye hizmet eder?
Sinema, gösterme sanatı mıdır? Ya da göstererek mi anlatır? Aksi nasıl mümkün olur?
Sanırım (ki, sanat ile alakalı bahsedilen hiçbir şeyde kat’i kanatten bahsetmek mümkün olamaz), sinemacılar daha az göstererek, daha çok dolaylayarak anlatma yolunu seçmeli. Yeni bir şeyden bahsetmediğimi biliyorum. Doğu kültürü ve sanatı büyük oranda dolaylamaya ve ironiye dayalı. Binlerce yıldır olan bu. Fekat binlerce yıl öncesinden birkaç on yıl öncesine gelene kadar sanatın bu yöntemi zamanın insanı ile uyumlu idi. En azından büyük oranda uyumluydu. Şimdi ise uyumluluk oranı tek haneli yüzdelerin de altına düşmüş durumda. Bu oranın belirleneceği bir ölçü aleti yok tabi ki. En önemli alet toplumsal ve insani manzara.
İşte, sinema böyle bir ortamda en güçlü ifade araçlarından biriyken, duygu ve duyum ile alakalı gelinen noktaya teslim olunması gelecek açısından düşündürücü.
Sinemacı bu aşamada cesur olmalı ve bu dil/biçim baskısına/zulmüne teslim olmamalı. Elbette böyle bir zamanda popüler dili reddedip sinema yapmak kolay bir şey değil. Tam da bu yüzden zaten buna bir ‘dava’ denebilir. Denmeyebilir de… Kim, nasıl inanacaksa inansın. Ya da kim, meseleyi nasıl ifade edecekse etsin. Meseleye vakıf olunması mühim.
Günümüz insanı algı yetisini -neredeyse- tamamen görmeye endekslemiş durumda iken… Tam da bu durumda sinemanın çok güçlü bir vazifesi olduğu kanaatindeyim. Anlatım dili açısından; doğrudan göstermeden, anlam arayışına ve soruya mahal verecek şekilde eserler üretilmeli. Ki, sanat eserinin tesiri altında olma ihtimali olan her fert toplumun şekillenmesinin sebebidir. Her birimiz… Hepimiz… Ve hepimiz için her birimiz vazife almalıyız. Sinemacı, görmeden inanmayan zamane insanının dil baskısına boyun eğmeden, inanma kanallarının sıhhati açısından, az göstererek ya da dolaylayarak fekat illa da soru sorduracak eserler üretmeli.
Popüler üretimi, ticari sinemayı bu mevzunun dışında tutuyor muyum? Hem evet, hem hayır. Popüler eser üretenlerin de zamana yayarak bu hususu hayata geçirmesi gerekir.
Aksi takdirde…
Çok yakında…
Gördüğümüze de inanmayacağımız, bütün insani hasletlerden uzaklaştığımız enteresan bir türe dönüşebiliriz.