Yaşadığımız deprem gösterdi ki ahlakımızı özellikle de iş ahlakımızı yeniden düşünmek zorundayız. Bir tarafta hiçbir hasar almayan hatta tek bir parçası yere düşmeyen içi porselen dolu zücaciye dükkânı, hemen karşısında ise yerle bir olmuş yaşam sitesi! Buradaki sorun sadece bir yapı-inşaat sorunu değil daha çok ahlak sorunudur.

Oysa her fırsatta Müslüman olduğumuzu söylüyoruz. Hem de bunun ayrıcalığının oldukça da farkında görünüyoruz. Fakat İslam’ın başlı başına bir Kur’an ahlakı olduğunu unutuyoruz. Dışarıdan bir göz olarak bizim bu durumumuzu değerlendiren Batılı veya Uzak Doğulu düşünce adamları en çok da bu çelişkiye şaşırıyorlar ve bunu şöyle dile getiriyorlar: “Elinizde ne yapmanız gerektiğini tüm ayrıntılarıyla söyleyen bir dininiz ve kitabınız var, fakat siz bu dini yaşamak yerine sadece üzerinizde bir etiket olarak taşımakla yetiniyorsunuz.”

“Batı’nın tekniğini alalım ama ahlakını bırakalım.” sözü Tanzimat döneminin sloganıydı. Çünkü ahlakımıza çok güveniyorduk. Lakin yaşanmayan bir dinin bize ne faydası olabilir ki? Bu tıpkı reçetede yazılı olan ilaçlara geriden bakıp kullanmamaya benziyor. İlacı kullanmadan nasıl iyileşebilirdik?

Cumhuriyetle birlikte bu durum tam bir Batı hayranlığına dönüştü. Batı’nın neyi varsa sorgusuz sualsiz almaya karar verdik. Kıyafetlerimiz, saatimiz, takvimimiz, eğitimimiz, harflerimiz, hukukumuz, aile anlayışımız Batı’nın istediği şekilde kökten değişti. Lakin burada bile Batı’nın ahlakını almaktan imtina ettik. Bunun yerine “Laiklik” denilen bir ilkeyi getirerek doğru dürüst yaşamadığımız dinimizi de etkisiz hâle getirdik. Batı’nın ahlakını almadığımız gibi İslam’ı da sakıncalı ilan ettiğimiz için ortaya prematüre bir nesil çıktı. Hiçbir değeri, inancı, ahlakı olmayan yıkıcı bir nesil. Halen de bu neslin olumsuz tesiriyle mücadele etmek durumunda kalıyoruz.

Batı bu sorunu Rönesans sonrasında özellikle de 18. yüzyılın sonlarına doğru çözüme kavuşturdu. Bir Alman filozofu olan Immanuel Kant içinde yaşadığı Protestan toplumun ahlaki çöküşüne çare olarak yeni bir yol önerdi. “Ödev Ahlakı” dediği bu öneriye göre herkes ister inansın ister inanmasın Tanrı’nın İncil aracılığıyla emrettiği yasaları Tanrı istediği için değil kendileri istediği için hayata geçirmelidir. Bu durum sizin Tanrı’ya inanmanızı gerektirmez. Yeter ki bu yasaları birer “Ödev Ahlakı” kabul edip yaşamınızın her anında uygulayın. Kant’ın kendisi de açıkça Tanrı’yı kabul etmese de ortak bir “Ödev Ahlakı” oluşturmak için Hristiyan değerlerinden bu şekilde faydalanılabileceğine inanıyordu. Bu sayede ister dinsiz olsun ister imanlı herkes aynı yasaya bağlı hâle geliyordu. Yani ateist bir filozof, dinin birleştirici gücünden faydalanarak yeni bir ahlak anlayışı inşa ediyordu.

Önce Almanya’da başlayan bu “Ödev Ahlakı” kısa zamanda tüm Protestan ülkelerin ahlak yasası hâline geldi. Anglo-Saksonlar bu yasayı dönüştürerek İngiltere ve Amerika’ya taşıdı. İşin özü şuydu: Her ne olursa olsun dürüst ol, işini vaktinde yap, komşuna saygılı ol, medeni ilişkilerde toleranslı ol, tembellik yapma, temiz ol, hırsızlık yapma, haksızlık yapma, ülken ve milletin için yaşa, iyi bir anne-baba ol. Bunu Tanrı istediği için değil sen kendin istediğin için, toplum senden beklediği için yap. Eğer ki bu “Ödev Ahlakı”nı yerine getirmezsen toplumdan uzaklaştırılacağından emin ol!

Bizim gurbetçi vatandaşlarımızın dillerinden düşürmedikleri Alman iş ahlakı işte bu “Ödev Ahlakı”na dayanıyor. İster dindar olsun ister ateist tüm Almanlar bu iş ahlakının gereklerini yerine getirecek şekilde eğitilir. Hiçbir Alman’ı sabahın yedisinde uyurken göremezsiniz. Erkenden kalkar, işlerinin başına geçerler. Emekli olanlar bile bir şeylerle meşgul olur. Japonlar da Meiji Restorasyonu ile bu anlayışa geçmişlerdir. Yani Japonlar kendi dinlerini terk etmeden Protestan milletlerin iş ahlakını, üretim ahlakını kendilerine örnek almışlardır. Dikkat edilirse Avrupa’nın Katolik milletleri olan İtalya, İspanya, Romanya, Polonya gibi ülkeler ile Amerika’nın Katolik olan Hispanik-İtalyan-İskoç-İrlandalı azınlıkları bahsettiğimiz “Ödev Ahlakı”na bağlı olmadıkları için en sorunlu topluluklardır.

Peki, ne yapmamız gerekiyor? Batı tahrif edilmiş İncil üzerinden kendi yasasını oluşturabiliyorken biz neden elimizde sapasağlam bulunan Kur’an ahlakını çocuklarımıza öğretemiyoruz? Okullarda verilen din dersleri demek ki kana karışıp derdimize derman olamıyor. Bunun için ana sınıfından itibaren çocuklarımıza İslam ahlakını aşılamak için eğitimi yeni baştan düşünmeli ve öğretime odaklanmalıyız. Çocuklarımızın kalbine Allah sevgisini, haramdan sakınma duygusunu, dürüstlüğü, çalışkanlığı, saygıyı birer ödev olarak yerleştirmeliyiz. Bu ülkede yaşayan Ateistler veya din karşıtları da bu ahlaka uyum sağlamalıdır. İster Allah’ın emri olduğu için isterse toplumun beklentisi olduğu için. Bizim de kendi ödev ahlakımız, iş ahlakımız olmalı mutlaka. Çünkü Allah korkusu olmayan veya kendini bağlı hissedeceği bir ödev ahlakı olmayan herkes çimentodan-demirden çalarak, işini savsaklayarak, kolay yoldan para kazanmayı meziyet sayarak, kusurlu malı pazarlayarak kendi küçük menfaatleri uğruna birlikte yol aldığımız geminin tabanını deldiğinin farkında olmalı. Nihayetinde gemi batarsa hep beraber batacağız. Tıpkı deprem sonrasında kiraya zam üstüne zam yapan ev sahibi ile kiracının aynı varil başında ısınmaya çalışması gibi.