Arap siyasal İslam’ının ayrıntılarına girmeden önce -Arap ülkelerindeki siyasal İslam anlayışı ile Türkiye’deki siyasal İslam anlayışının farkını görebilmemiz için- Türkiye örneğine değinmemiz gerekmektedir.

Merhum lider Necmettin Erbakan’a askerî darbe yapıldığında onun tepki olarak bütün yaptığı o dönemin mevcut anayasa ve kanunlarının açıklarını zorlamak olmuştu. Bunu da siyasal hareketini barışçıl bir yöntemle ve kanun çerçevesinde koruyabilmek için yapmıştı.

Bu olaydan kısa bir süre önce Cezayir’de seçimler olmuş, ardından benzer bir sahne yaşanmıştı. Ne var ki Cezayir İslami hareketi öldürücü bir yanlışa sürüklenmişti. Zira orduya karşı silaha sarılmıştı. Böylece Cezayir on yıllar boyunca sürecek olan kanlı bir sürece girmişti. Bu süreçte demokrasiyi yitirdi, yüzbinlerce evladını kurban verdi, hâlâ etkilerini yaşamakta olduğu korkunç bir iç savaşa sürüklendi.

Türkiye İslami hareketine yönelttiğim soru şudur: Şayet Necmettin Erbakan halktan darbeci askerlere karşı silaha sarılmasını istemiş olsaydı ne olurdu? Olaylar nasıl gelişirdi?

Hiç şüpheniz olmasın, şayet Erbakan böyle bir çağrı yapmış olsaydı, hâlen devam etmekte olan bir iç savaşa sürüklenirdiniz. Bereket versin ki ümmetin önderi olmayı layıkıyla hak eden o büyük adam, kanunun boşluklarından yararlanma yolunu tercih etti. Çünkü o, ülkesinin maslahatını istemişti. İktidarda kalabilmek uğruna tek bir insanın bile kanının dökülmesine razı gelmemişti.

İşte, Türkiye’deki İslami hareket ile Arap ülkelerindeki İslami hareketin temel farkı budur. -Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de benimsemiş olduğu- Erbakan’ın bu derin görüşünün anahtar kavramı ortaklıktır. Erbakan siyasi programını “güçlünün ortağı” olarak hazırladı. Kendisini darbeyle devirdiklerinde de aklındaki bu ortaklık yaklaşımını korudu. Oysa Cezayir tecrübesi çok farklı gelişmişti. Çünkü Arap siyasal İslam’ı, başlangıcından itibaren “ortak” değil “alternatif” kavramı üzerine kurulmuştu. Bu yüzden Cezayirliler alternatiflerden birinin diğerini büsbütün haklaması yöntemini benimsemişti.

Filistin sahnesine dönecek olursak, seçimlerden sonra Hamas Hareketi Gazze’de Muhammed Dahlan akımıyla çatışmaya girdi. Kesin bir askerî imha yöntemini benimsedi. Bu da Avrupalı murakıplar gider gitmez Rafah giriş kapısının kapanmasına yol açtı. Böylece Gazze on yıldan fazla sürecek bir kuşatmanın içine girmiş oldu.

İşte bizim problemimizin sırrı burada yatmaktadır. Hamas’ın askerî kanadı daha işin başında “alternatif” düşüncesini benimsedi. Bu yüzden Gazze’de tek başına kesin bir askerî hâkimiyete odaklandı. Oysa Hamas Hareketi’nin siyasi yönetiminin asla istemeyeceği bir yaklaşımdı bu. Nitekim bugün Hamas’ın siyasi yönetimi, Filistinli taraflar arasında barış sağlanması yolunda ciddi çabalar ortaya koymaktadır. Ancak Hamas’ın üzerinde yükseldiği kültürel yapının önüne koyduğu engeller yakasını bırakmamaktadır. Bu durum Halid Meş’al’in Eylül 2016’da yaptığı şu açıklamasında da açıkça ortaya konmuştur:

“El-Fetih Hareketi’nin zamanı geçti zannetmiştik, hata etmişiz… Gazze’yi yönetme konusunda tek alternatif olduğumuz hususunda da hata etmişiz…”

Filistin İslami Hareketi’ne mensup tüm grupların merhum “Erbakan tecrübesi”ni çok iyi anlaması gerekmektedir. Çünkü bugün Filistin’in en çok ihtiyaç duyduğu şey vatan birliğini sağlamaktır. Türkiye’nin siyasi rolüne ihtiyacımız var. Rafah kapısını açmak ve Filistin’in birliğini sağlayabilmek için Türkiye diplomasisine ihtiyacımız var.

Şurası da çok önemlidir ki Hamas’ın İran-Hizbullah cenderesinden tamamen kurtulması gerekmektedir. Hele de Batı devletlerinin Hamas ile Hizbullah’ı terör grupları arasında saydığı şu dönemde. Zira bu durum Gazze’nin sivil halkının geleceğini sakat bırakmaktadır.

Devam edecek…