İnsan kavramlarla düşünen, kelimelerle de konuşan bir varlıktır. Salt kavramlar ya da kelimeler iş görmez hayatta. Bunların birbirini tamamlaması ve tanımlar doğurması gerekir. İnsan tabiatı gereği devamlı tanımlar yapar. Hayat yenilendikçe o da tanımlarını yeniler.
“Ev” kelimesi de “din” kelimesi de güçlü kavramlara yaslanan kelimelerdir. Yaslandıkları yer güçlü olsa da oldukları halleri güçlü müdür? Yani evlerimiz ev midir bugün yaşadığımız? Dinimiz din midir bugün varlığı anlamlandırdığımız?
Takdir edersiniz ki bunlar ağır sorular. Cevaplarının bu satırlarda türetilmesi zor sorular. Ama denemekten zarar gelmez. Hele de konu bu kadar önemliyse.
Yukarıda değindiğimiz kavramlar-kelimeler meselesinden devam edersek…
Kavramların yerli yerine oturmadığı bir düzlemde kelimeler keyfi hareket eder. Bu da kim kime dumduma bir durumdur. Yani anlamanın ve anlaşmanın zemini oluşmaz. Herkes ayrı telden çalar ve kimse kimseye ulaşamaz.
İçinden geçtiğimiz çağ böyle bir çağ. Kelimelere yüklenilen anlamların uğradığı metamorfoz, herkesi farklı anlamlara gebe bıraktı. Herkes kendi anlamını umursuyor bugün. Ortak bir görüşe ve yüksek standartları verecek kavramsal altyapıya sahip olunamayınca da medeniyet yerine çarpık yapılaşma üretiliyor. Mimariden insan ilişkilerine kadar bu çarpıklık her yeri ele geçiriyor. Çünkü insanla ilgili olan bir şey, insanla ilgili her şeye tesir ediyor. Birinde ortaya çıkan bozulma her yere sirayet ediyor. -Kolunuzdaki ağrının bütün vücudu etkilemesi gibi-
Bahusus, ev meselesi de böyledir. Ev kelimesi bugün tanımlanmaya muhtaçtır. Turgut Cansever’in ifadesiyle, “bugün itibariyle Müslümanların bir ev tanımının olmadığını” düşünürsek bizim için birinci dereceden ihtiyaçtır. Çünkü ev tanımınız ya da evinizin biçimi medeniyet tasavvurunuzu verir. Eşyayı okuma ve kendinizi varlık bağlamında konumlandırma biçiminizi verir. Bu bağlamda, yaşadığımız ve satın almayı düşündüğümüz evlerin medeniyet tasavvurumuzla alakasının olduğu söylenebilir mi? Kişiye ve aileye özgü olmayan, mahremiyeti ve misafiri gözetmeyen, toprak, su ve yeşille alakası olmayan evlerin İslam Medeniyet iddiasını temsil ettiği düşünülebilir mi?
Lafı uzatmadan “Değil” cevabını verebileceğimiz ve medeniyet tasavvurumuzu temsil etmeyen bu evlerde İslam’ın yaşanması mümkün mü peki? İslam’ın şerha şerha nefes alıp neşvünema bulması mümkün mü? Her evin bir okula dönüşüp, büyük insanlık idealini gerçekleştirecek bireylere imza atması mümkün mü?
Eğer mümkün olsaydı, Tarihin en büyük iddiasıyla ortalıkta dolaşan modern algı, insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirir, vahşet yerine insanlara huzur armağan ederdi. Etti mi? Hayır. Yerine ne verdi? İki büyük dünya savaşı, soğuk savaşlar, iç karışıklıklar, huzursuz ve intihara meyilli insanlar v.s… En ileri(!) toplumların yaşadığı kentler en çok antidepresan kullanılan kentler. Suç kenti denilen kentler bunlar. Robotlaşmış ve küçücük dünyasına sıkışıp ölümünü bekleyen mekanik insanların yaşadığı kentler.
Peki bu kentlerde yaşayan insanlar, daha çok nasıl evlerde yaşıyorlar?
Cevap: Apartman dairelerinde! Altlı üstlü, komşu olmayan komşulardan oluşan binalarda.
Batı medeniyetinin ihtilal, inkılap ve modern tasavvuru itibariyle iç tutarlılığa sahip olduğu yaşam biçimi ve doğurduğu intiharlar, cinayetler gayet normalken, bu durum neden bizde de benzer bir manzarayı ifade ediyor? Can alıcı soru işte bu. Çünkü New York’un hangi çatışmalar üzerine kurulduğu belli. Ya da Paris’in nasıl bir mantalitenin ürünü olduğu. Ama İstanbul? Ya da Mardin? İzmir? Kayseri? Konya? Bunlar da aynı mantalitenin ürünü mü? Tabi ki hayır. Bunlar bambaşka bir tasavvurun şehirleri. Organik bir hayatın yansıması olan ve iç kurgusuyla kendini inşa eden doğal şehirler bunlar. Hepsi kendine özgü ama yine hepsi birbirine benzeyen dinamik şehirler bunlar. İhtiyaca göre şekil alan, büyüyen, küçülen, büyümesi de küçülmesi de şehrin güzelliğine halel getirmediği şehirler. Ve aynı misyonu yürütüp insanlara hayat bağışlayan evlerin bulunduğu şehirler.
Bir İslam şehrinde, sizi karşılayacak en temek farklılık evler ve sokakların biçimidir. Hele de bir Türk-İslam şehrindeyseniz. Türk-İslam şehirlerinin gözbebeği konumundaki Türk evleri bu farklılığın taçlandığı yerdir. Türk evleri, arkasında güçlü felsefi kavramların olduğu bir tipolojiyi temsil eder. Bu tipoloji referanslarını dinden alır. Kültürel birikim olarak binlerce yılın hülasasını ifade etse de en güçlü damar İslam dinine aittir. Evin kurgulanma biçiminde karşımıza çıkan boyutlarından, bölmelerine kadar her yerde dini-felsefi bir arka plan vardır. Arkada bulunan bahçe de, sokak kısmında yer alan yüksek duvar da tesadüfi değildir. Cumbalar bile çok güçlü anlamlara/işlevlere sahiptir.
Her oda müstakil bir evdir Türk Evi’nde. Evin kedisinden ağırlanacak misafire her şey düşünülmüştür.
Türk Evi mekanik ve metafizik tektonikler bütünüdür. Hayatın üretildiği yerdir. Hatta Türk evlerinin bir bölümünü adı ‘Hayat’tır.
Türk Evi, sadece başınızı soktuğunuz bir mekan değildir. Varlığıyla şeref verdiği ve şereflendiğiniz yerdir. Nefaseti, zarafeti, letafeti ve nezaketi öğrendiğiniz yerdir.
Türk Evi insanın terbiye olduğu, tekamül bağlamında ol-duğu, olgunlaştığı yerdir. Allah’ın adının anılıp dinin her yerine sirayet ettiği yerdir. Her yerinden ulvi açılımların fışkırdığı yerdir. Çocuğun Allah’la ve yar-ı güzinle ilk tanıştığı yerdir. Haddin ne olduğunu ve hadleri aşmanın yasak olduğunu öğrendiği yerdir.
Kısaca Türk Evi dinin ne olduğunu, hatta dinin kendisi olduğunu öğrendiği yerdir.
Müslüman’ca yaşamanın imkanı olan evlerimizin (Türk Evi) yerinde neler var bugün, bir bakalım Allah aşkına! Nelere ev diyoruz bugün? Kim söyleyebilir, 20 katlı ve bilmem kaç daireli bir apartmanda İslam’ın yaşanmasının mümkün olduğunu? İslami terbiyeyi, Allah sevgisini, komşu hakkını, güneşe sevdayı, suya bakmayı ve yeşili sevmeyi öğretmenin mümkün olduğunu kim söyleyebilir?
Kimse kendini kandırmasın. Yok böyle bir şey. Sünnetin aktarılıp çocuklara yaşatılacağı bir dünyanın daire denilen ve geometrik açıdan da problemli mekanlarda olacağını kimse düşünmesin.
Bunu düşünmeyelim ama takkeyi önümüze düşürüp kara kara düşünmeye başlasak iyi olur derim.
Müslüman’ın görevinin dünyayı güzelleştirmekken dünyayı katletmesi üzerine çokça düşünsek iyi olur derim.
Bir de şunun üzerine düşünelim ki, ne ara tarihin en yüksek çözümlemesi diyebileceğimiz muhteşem evlerimizi bırakıp apartman dairesi denilen kümeslere yerleşmeye başladık?
Ne ara, bütün hususiyetlerin gözetildiği evlerden, hiçbir kişiselliğe ve özgürlüğe imkan tanımayan evlere bir düşüş yaşadık?
Bu düşüşün, yaşam biçimimiz olan dini kaybetmeye başlamamızla bir alakası olabilir mi? Evimizi kaybettikçe dinimizi de kayıp mı ettik yoksa?
Siz düşünedurun! Bir sonraki yazıda, bu soruların cevaplarını birlikte arayalım.
Baki selamlar.