“Kıyamet gününde ‘biz bundan habersizdik demeyesiniz’ diye Rabb’in Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da ‘evet buna şahidiz’ dediler.”

Araf suresi 172. ayetteki cümle kurgusu, Kuran’ın her tümcesinde olduğu gibi özenle seçilmiştir. Her ne kadar asıl önemli olan ve bizi her bir satırında kendimizden geçirmeyi değil, kendimize getirmeyi amaçlayan mananın kendisi olsa da kelimelerin ve hatta seslerin  dizilişi ve kurgusu dahi muciz özellikleri haizdir.

İşte yukarıdaki ayette Alemlerin Rabbi “Ben sizin Rabbinizim” şeklinde buyurgan ve hükümferma bir tonla konuşmak yerine “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” şeklinde bir soru formu kullanarak insana nasıl bir seçme hürriyeti ve kudret iradesi bahşettiğini açık seçik ortaya koymaktadır. Henüz dünyevi kıyafetlerimiz sayılan cesetlerimiz yaratılmadan gerçekleştiği kabul edilen bu diyalogda dahi Allah’ın (a.c.) insanı böylesi bir üslupla muhatap alışı, aynı zamanda ona verdiği üstün değerin bir göstergesidir. Yine İsra suresi yetmişinci ayette, Allah  Teala söz konusu değeri, adeta insanı ikna etmek istercesine örnekler getirerek akli burhanlarla rasyonalize eder:

“Biz gerçekten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”

Kuran’daki “eşref-i mahlukat” ifadesi aksiyolojik olmaktan çok ontolojik bir nitelemedir. Varlık aleminin en şereflisi olmak, insan için ulaşılması gereken bir hedef değildir. Haddi zatında bu haslet fıtridir, doğuştan gelen “verilmiş” bir özelliktir. İnsanın gerçekleştirmesi gereken hedef, Kuran’da “sıbgatullah” ifadesiyle kendini bulur. Bu kavramsallaştırma bir anlamda Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak demektir. Allah, insandan emrine verdiği yeryüzünü tarumar değil mamur etmesini, makro kozmosta ve mikro kozmosta koyduğu ölçü ve düzenin korunmasını ister.

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da emaneti insan yüklendi. İnsan gerçekten çok zalim, çok cahildir.”

Secde suresinin başlarında yer alan bu ayette zikredilen “emanet” mefhumu ile kastedilen şey, insana verilen tanrısal bir yetenek olan akıl ve özgür irade ile üstlendiği sorumluluk duygusudur. Usun kabiliyetlerinden biri de kutsal kitabımız gibi furkan özelliğine sahip bulunmasıdır. Furkan, fark ettiren demektir ki bu meleke; insana bütünüyle kaotik hercümercin hüküm sürdüğü süreçlerde bile iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayırarak doğru şıkkı işaretleme imkanı verir.

Mezkur ayetin sonunda ademoğlunun “zalûmen cehûlâ” şeklinde vasfedilmesi, insanın bu tercihi iradi olarak yaptığını göstermektedir. Teklif göklere, yere ve dağlara sunulmuş; bu varlıklar mezkur yükümlülüğün altına haşyetlerinden girememiş ancak anlaşılan o ki insanoğlu -muhtemeldir ki zulmet ve cehaletinden- “yük”ü omuzlamıştır. “Bâr-ı âlî” şeklinde nitelenebilecek bu yükün en önemli sacayaklarından biri ise Kuranda “ed-dinü’l-kayyım” nitelemesini haiz, değer üreten ve istikamet veren din olan İslam’ı bütün veçheleriyle ve tam bir teslimiyetle yaşam tarzı olarak içselleştirmektir.

İçimizden geçmekte olan zamanın bu altın dilimlerinde, mukayyed aklımızın ve ona yar/ram olmasını umduğumuz irademizin muhalled bir iz bırakması için çabalıyoruz. Bunun için tam da şimdi, seherin bu zifiri aydınlığında kalplerimizin vahyî bir teshirle ışıması için yakarıyoruz.

Baki selam…