“Ben bir rol oynarken Ayşe Hanım, Fatma Hanım beni beğensin hissi içinde oynarsam ne kadar gerçekçi olabilir? Üstelik komik olunca, çok daha zor…” Abdi İpekçi ile yaptığı röportaj da böyle diyor Münir Özkul. Gülmeyi ve dahi ağlamayı bize öğreten adam, hepimizin Mahmut Hocası, cesaret ve mertlik timsali Yaşar Ustası, sahnelerin ve sinema dünyasının hisleri en yalın haliyle izleyiciye aktarmayı başaran büyük ustası 93 yaşında hayata gözlerini yumdu. Yırtık çorabını dikerken bir yandan ay sonunu hesaplayan Aile Şerefi’nin, Neşeli Günler’in babası Özkul, uzun süredir yatağında geçen hayatının sonlanıp ebediyete göçtüğü haberini alınca sanki bir dönemi de kaybetmişim gibi hissettim. Geçen gün galası yapılan Cem Yılmaz’ın son filmi Arif V 216’yı izlerken de aynı sorular aklımıza gelmişti. Yeşilçam’ın o naif, duygu yüklü karakterleri içimizde bozulmayan iyinin yaşaması için varlığını sürdürüyordu sanki. O karakterler bir bir aramızdan ayrılırken geçmiş uzaklaşıyor, karanlık, bencil, iyi insanların azaldığı bir dünyanın gerçeği ile baş başa bırakılıyoruz gibi.  

Özkul’u hatırlamak, anmak için hafızanızı çok zorlamanıza gerek kalmaz. Zira onun yeteneğinde başka bir oyuncunun geldiğini söylemek zor. Yine başka bir usta oyuncu Zihni Göktay, “Bizce ölmedi. Bıraktığı eserlerle, filmlerle her zaman karşımızda olacak.” diyor arkadaşından. Bunun üzerine sahnelerin ışıkları kapatıldığı vakit geride kalan tozlu hatıraları en güzel anlatan Osmanlı döneminin meşhur oyuncularından Ermeni Tomas Fasülyeciyan’ın tiradını seslendirirken geliyor gözümüzün önüne Özkul ve şöyle diyor: “Birazdan teatro bomboş kalacak…

Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar…

Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır…

Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir…

Hiranuş’la Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır…

İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler…

Artık kendimiz yoğuz…

Seyircilerimiz de kalmadı…

Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar…

Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır…

Perde…”

Meddahlık geleneğinin nişanesidir Kavuk. Münir Özkul’da geleneğinin üçüncü sahibidir. Ortaoyununu başarılı bir şekilde devam ettiren Özkul’u 1968’de Kanlı Nigar oyunu sahnelenirken izler Dümbüllü. Artık geleneğin el değiştirme vaktidir. “Oğlum Münir, benden sonra kavuğu senin taşımanı istiyorum. Bu işe sen devam edeceksin, vasiyetim budur.” der ve alnından öperek ekler: “Kel Hasan’dan bana geçen kavuğu sana veriyorum. Artık sen taşıyacaksın. Emanet ola oğlum Münir.”

Emanete gözü gibi bakar Münir Özkul hatta kendisinden sonrası bile erkenden düşünmeye başlamıştır. Kavuğun sahibi olarak kendisine Erol Günaydın’ı vekil tayin etmiştir. Zira emaneti sahibine teslim etmeden bir hal gelirse başına Erol Günaydın yeni emanetçiye kavuğu takdim edecektir. Bir gün turne için uçağa binmek durumunda kalır can dostu Erol Günaydın ile. Tam havadayken Özkul’un içine bir korku düşer. Hafif bir ter basar. Çünkü velev ki uçak düşerse haliyle yan koltuğundaki Erol Bey de öleceği için kavuğun akıbetine tedirgin olmaya başlar. Uçak yere inene kadar “kavuk kavuk” diye diye gerilir. Yere indiklerinde yeri öper, şükür eder bu çocuk ruhlu iki usta.

Türk sinemasının ve tiyatrosunun büyük ismi Münir Özkul, eserleriyle Zihni Göktay’ın dediği gibi yaşamaya devam edecektir. Dev bir konservatuvar olan Özkul üzerine umuyoruz daha derin çalışmalar yapılır ve geleceğe aktarılır. Allah rahmet eylesin…