Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Biz, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile birlikte mescidde otururken bir bedevi çıkageldi. Durup mescidin içine küçük abdestini yapmaya başladı. (Mescid o zaman kumluktu.) Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın Ashab’ı kalkıp:

مَهْمَهْ diye müdahale etmek istediler. (Arapça’da bu, ‘dur, yapma!’ demektir.) “Dur, dur!” diyerek (üzerine yürümeye) kalktılar ki Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm onlara:

“Kestirmeyin, bırakın tamamlasın,” buyurdular. Ashab müdahale etmedi, adam da ihtiyacını tamamladı. Sonra Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm, adamı yanına çağırdı ve: “Bu mescidler, idrar ve pislik bırakma yeri değildir. Allah’ın zikredildiği yerlerdir. Buralarda namaz kılınır, Kur’an okunur,” dedi. Sonra cemaatten birine bir kova su getirmesini emretti. Kova gelince idrarın üzerine boşalttı.” (Buhari, vudu 57, 58, edeb 35; Müslim, taharet 99; Nesai, taharet 45.)

İşte iyi bir davranışın güzel bir hitabetle birleştiği noktalardan bir tanesi ki, böylesi bir insanın kazanılmasına vesile olmuştur.

Tabii ki o insanlar çölde yaşayan ve İslam’ı daha bilmeyip yeni öğrenmeye çalışan kimselerdi. Allah Rasülü’nün sabırla onları eğitmesi ve yetiştirmesi gerekiyordu.

Biliyoruz ki, Rasûl-i Ekrem (sas) Efendimiz, insanları İslâm’a hitabet sanatını kullanarak çağırmış, vaaz ve sohbet yoluyla onları irşad etmiş, yetiştirmiştir. Efendimizin sohbetlerine katılma şerefine nail olan mü’minler ise, o günden bugüne sahabi olarak adlandırılmışlardır. Bu şerefe ulaşmak onlar için gerçekten çok önemli bir derece olarak dini ıstılahta yer almıştır.

 

‘BEN ZİNA ETMEK İSTİYORUM’ DİYEN GENÇ!

 

Hitabet iyi bir ikna sanatı olması hasebiyle peygamberlerin iyi bir ikna sanatkârı oldukları da açıktır. Onlar toplumun gönül âlemine hitap ederler. İyiyi, hakkı, doğruyu gösterirken, yanlış yol ve onun sonuçlarını da izah ederler. Bu çerçeve içerisinde düşündüğümüz zaman, dini hitabetin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. İsterseniz bu konuda önemli bir örnek zikrederek bir sonuç çıkaralım:

Peygamberimiz’e (sas) bir genç gelip:

-Ya Rasûlallah, bana zina etmek için izin ver. Ben zina etmek istiyorum, dedi. (Sahabenin şaşkın ve kızgın bakışları arasında) Hz. Peygamber ona yaklaşmasını söyledi ve:

-“Senin annen, kız kardeşin, halan, teyzen var mı?” diye sordu. Genç:

-“Var” dedi. Peygamberimiz (sas):

-Başkaları senin annenle, kız kardeşinle, halan veya teyzenle zina etseler, sen buna razı olur musun?”  diye sorunca genç:

-Razı olmam, dedi. Bunun üzerine Peygamber Aleyhisselam ona:

-“Senin zina yapmak istediğin kadınlar da herhangi birisinin ya annesi, ya kızı veya kız kardeşi veya hala ve teyzesidir. Onlar da buna razı olmazlar” dedikten sonra mübarek ellerini o gencin göğsüne koyup:

-“Ya Rabbi, bu gencin kalbinden zina arzusunu kaldır” diye dua etti.

Ondan sonra o genç tam manasıyla tevbe edip, bir daha böyle düşüncelere kapılmadı. Samimi bir Müslüman oldu. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 256, 257.)

İşte böylece, bir insan daha kazanıldı. Efendimiz (sas) ne güzel bir hal sergilediler ve onu ikna ettiler. Bizler için güzel birer örnektir bunlar. O, gerçekten, insan ve toplum psikolojisini en iyi bilen kişiydi.

 

İRŞAD EHLİ İÇİN HADİSTEN ÇIKARILACAK DERSLER

 

—Kötü bir şeye niyetlenen kimse, bunu açıkladığı ya da o niyeti başka bir yoldan işitildiği zaman azarlanmamalıdır.

—Heyecanlı ve dolu ise, dinlenerek boşalması sağlanmalıdır.

—Sabır ve akıl yoluyla ikna edilmelidir.

—Kendisine tesir edecek misaller getirilmelidir.

—Hikmet ve güzel öğütle nasihat edilmelidir.

—İrşad maksadı ile davranmalıdır.

—Sonunda kendisinin işiteceği şekilde ona dua edilmelidir.

 

Evet, hitabetin bir ikna sanatı olduğuna güzel örnek! Görülüyor ki aklî meleke ve bilginin birleşiminden iyi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Efendimizin (s.a.v.), soru-cevap metodunu kullanarak insanları nasıl ikna ettiği, duâyı da âdetâ manevî bir mühür misâli kullandıkları görülmektedir. O halde irşadcı için duâ önem arz etmektedir.

HİTABET İNSAN KAZANMA METODUDUR

 

Ebû Mahzûra örneği:

 

Beyhakî’den okuyoruz:

“Ebû Mahzûra anlatıyor:

Biz on iki kişilik bir grup hâlinde Huneyn yolunda Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’ın grubuna rastladık ve onlara dâhil olduk… Namaz zamanı gelince, müezzin, kafilesine ezân okumaya başladı. O okudukça biz de onun sözlerini alay makamında tekrarlayıp onunla eğleniyorduk. (Bu işte elebaşı bendim.) Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) sesimizi duymuştu. Bizi çağırdı ve:

“Kulağıma gelen ses kimin sesi?” diye sordu. Kimse cevap vermeyince hepimizi ayrı ayrı dinleyerek imtihandan geçirdi. En sonunda benim olduğumu ortaya çıkardı. Öbürlerine gitmeleri için işâret ettikten sonra bana dönerek:

“Haydi ezan oku” dedi. Ben ayağa kalktım. Fakat bu kalkış boşa idi. Çünkü ezanı bilmiyordum. (Bir anda içim kin ve nefretle doldu.) O anda benim yanımda dünyanın en fena insanı Peygamber (s.a.v.), en kötü şeyi de bana teklif etmekte olduğu şey (ezan) idi. (Sükûtum üzerine) Rasûl-i Ekrem (sas) ezanın sözlerini ve okunuş şeklini kelime kelime, cümle cümle bana öğretti. Sonra da elime içinde para olan bir kese verdi ve eliyle alnımı, yüzümü, göğsümü mesh ederek;

“Bârekallâh” (Allah seni mübarek kılsın) dedi. Ben; “Yâ Rasûlullah, Mekke’de ezan okumama müsâade et” dedim. “Tamam” dedi. Artık (içimdeki bütün kötü düşünceler) gitmiş, yerini hudutsuz bir aşk ve sevgi doldurmuştu.”

-İşte en güzel sabır ve davranışla yine duâ. Âlemlere rahmet insandan…-

Böylece Peygamberimiz (sas), saygısız bir müstehzîden, Ezân-ı Muhammedî’nin okunuştaki tarz-ı Muhammedîsini istikbâlin müezzinlerine öğretecek baş üstâd yapmıştı. Muhatabı böylesine bir fethe maruz kılan tek şey, şüphesiz Hz. Peygamber’in ona davranışındaki mülâyemet/yumuşaklık idi.

Gerçek Müslümanlığın, Hz. Peygamber’in (sas) beşerî münasebetlerde bize mirâs bıraktığı sünnetine uymakla tahakkuk edeceği kanaatindeyiz. Bu noksan olduğu müddetçe, İslâm’ın vadettiği kemâl ve terakkîye kavuşamayız. (Canan, a.g.e., VII/296-297.)