Atom altı dünyanın keşfini sağlayan quark kapısının aralanmasıyla birlikte başta fizik olmak üzere tıp, biyoloji, kimya, astronomi ve psikoloji gibi pek çok bilim dalında parametrik değişimler yaşanmaya başladı. Bu bilim dallarının elde ettiği veriler, varlığa ilişkin felsefi ve dini yorumlarda da yeni bakış açılarının doğmasını sağladı.
Kuantum dünyasında maddenin, değişen şartlara bağlı olarak zaman zaman parçacık, zaman zaman da dalga boyutuna geçerek muhtelif şekillerde arz-ı endam ettiği artık kabul edilen bir realitedir. Öte yandan maddenin normal durumuna kıyasla ölçüm anında farklı tepkiler verdiğinin anlaşılması, maddenin bir bilinç taşıyıp taşımadığına dair tartışmalara yol açmıştır. Schrödinger’in kedisinden hareketle ‘kuantum belirsizlik’ kuramı, neredeyse temel bir postulat kabul edilirken maddenin hangi bilinçli karara dayanarak dalga ve parçacık arasında tercih yaptığı sorusu meseleye farklı bir açı kazandırmıştır.
Bahusus ölçüm esnasında fotonların dalga ve parçacık şeklinde form değiştirmesi, garip karşılansa, beraberinde pek çok gizemli soruyu barındırsa da “evrenin katılıma açık bir evren olduğu” savını akla getirmiştir. (Bkz. David Bohm, Zihinle Madde İlişkisi Üzerine Yeni Bir Kuram)
2008 yılında vefat eden Amerikalı teorik fizikçi Jhon Archibald Wheeler, gözlemci ile gözlenen arasındaki ilişkinin gerçekliği nasıl belirlediğini anlatabilmek için bizim tasavvuf geleneğinde kudsi hadis olarak anlatılan bir metnin Tevrat versiyonuna gönderme yapar.
Rivayete göre, Tanrı Yehova ile Hz. İbrahim evrenin yaratılması üzerinde konuşurlarken Yehova, İbrahim’e: “Eğer dünya benim için olmasaydı, sen var olmazdın” diyerek kainatın yaratılış sebebinin odağına kendi varlığını koyar. Bunun üzerine Hz. İbrahim şöyle der: “Evet, Rabbim! Bu doğru ama beni de yaratmasaydın kimse senden haberdar olmayacaktı.”
Bu anlatım tasavvuf geleneğindeki kenz-i mahfî (gizli hazine) hadisi diye bilinen ve mistik gelenekte kabul görmekle birlikte hadisçilerin ekseriyetinin uydurma olduğu hususunda ittifak ettiği bir rivayeti çağrıştırır.
“Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi diledim.”
Bu izah insanın varlık sebebini, Tanrı merkezli anlayan bir yaklaşıma işaret eder. Öte yandan Mutezilî Kelamının usta kalemlerinden biri olan Kâdî Abdülcebbar, Şerh-u Usul-i Hamse adlı eserinde insanın, Allah’ın sonsuz rahmetinin ve lütfunun bir gereği olarak dünya ve sonunda elde edeceği ahiretin sayısız nimetlerinden faydalandırılmak üzere yaratıldığını belirtir. Görüldüğü gibi bu açıklama, daha insani ve dolayısıyla daha mukni bir çerçeveye işaret etmektedir.
Sözün başına dönecek olursak…
Maddeye, varlığı kendinden menkul bir bilinç atfederek yapılmak istenen şey; “Laplace’ın Cini” örneğinde olduğu gibi klasik mekanizmin içinden çıkamadığı handikaplara farklı bir boyut getirerek çözüm aramaktır. Modern fizik, 16. yüzyıldan itibaren doğa bilimlerine imzasını atan Kartezyen felsefenin zihin madde düalitesini aşmak için yeni yollar aramaktadır. Evreni salt maddeden ibaret görüp onun metafizik bacağını yok sayma histerisinin, bilhassa kuantum dünyanın keşfi ile içinden çıkılmaz bir sorunsala dönüştüğü aşikardır. Kendini din yerine koyan modern bilim, varlığın temel sorularına salt bilimsel veriler üzerinden yanıt üretememektedir. Bu yüzden aşkın bir hakikate teslim olarak rahat bir nefes almak yerine, kendi datalarının gayyasında debelenip durmaktadır.
Baki selam…