“Gelenek” denildiğinde, modernizm adına kategorik bir reddiye ile eskiye ait her şeye karşı eleştiri bir dönemlerin modasıydı. Hâlbuki sanat geleneği, mimari gelenek ya da devlet geleneği dediğimizde asırların birikimi ile gelen bir derinlik ve kimlik anlaşılır. İtalyan mimarisinin izlerini Roma’daki köklerine inerek izleyebilirsiniz. Taç Mahal’e baktığınızda, Türk (Çağatay), Hint ve İran etkisi ile oluşan yüzlerce yılın mirasını yansıtan bir şaheser, bir mimari geleneğin devamını görürsünüz. İlk örnekleri Ahlat’taki küçük kümbetler ile başlayan mimarinin ilk yapı taşları üzerine, Selimiye minarelerinin yükselmesine kadar uzun bir zaman dilimi içinde mimari gelenek oluşmuştur.

Gecekondu bir geleneği temsil etmez. Ekonomik zaruretler dolayısıyla ortaya çıkan garip ve zorunlu bir yapılaşmayı ifade eder… Buna bağlı olarak bir felsefesi veya mantığı yoktur. Ortaya çıkışını, sadece mecburiyetlere borçludur. Selimiye ise bir geleneğin mirası ve kimliktir.

Pop müzik, popüler kültürün diğer bütün araçları gibi köklü bir geleneğin temsilcisi değildir.  Gelir ve geçer… Onun, ancak istisnai örneklerde bir klasiğe dönüşme şansı vardır.  Mozart veya Itrî’nin eserleri bir gelenek ve kalıcılığı çalıştıran klasikler iken günübirlik popüler parçalar bir anda parlayıp sönen veya tek kullanımlık araçlar olarak kalırlar.

Klasik bir geleneğe ve köklü bir birikime atıf demektir. Klasik kalıcı, popüler ise uçucudur.

Somut ve gözle görünen bir alan olan mimari ve müzikteki bu örnekleri, eğitim geleneği, kültür ve sanat geleneği, devlet geleneği veya hukuk geleneği gibi nispeten daha soyut alanlar için düşündüğümüzde zihnimizde belirgin bir çizgi ve istikrarı maalesef göremiyoruz.

Devlet, hukuk, idare, yönetim, bürokrasi vb. kavramların bile klasik ve popülere bakan tarafları vardır. Amaçlar bakımından adalet, hakkaniyet, ehliyet ve liyakat vb. gibi ilkeler kalıcılığı temsil eden klasik esaslardır. Bu kavramların, içerik ve uygulamalarıyla günübirlik, kullanılıp tüketilen araçlardan çok, istikrarı, kalıcılığı ve sürekliliği içermesi ve güveni temsil etmesi beklenir.

Araçlar bakımından ise hukukun yazılı kaynaklarından olan Anayasalar kalıcılığı çağrıştırırken; yönerge ve genelgeler ihtiyaçtan kaynaklanan kolaylıkla değişip kaldırılabilen geçici ve açıklayıcı hukuk metinlerini akla getirir.

Kendisini ihtiyaçlara göre yenileyen, dönüştüren fakat dayandığı bir felsefe ve ilkeleri olanlar kalıcı olur: Adaleti tesis etme niyeti olan, eşit muameleye ve ayrımcılık yasağına özen gösteren yapılar bir klasik oluşturur ve süreklilik arz ederler. Bunlar uzaklaşanlar ise sadece popüler olabilir ancak iz bırakan klasiklere dönüşmezler.

Dünyada devlet geleneği denildiğinde, en uzun yaşayan Roma, Endülüs, İran, Türk/Osmanlı devlet gelenekleri akla geliyor. Türklerin dünya mirasına bıraktıkları önemli izlerden ikisinin devlet teşkilatlanması ve ordunun onluk sistem üzerinde yapılanmasıdır. Devlet teşkilatlanmasında 16 imparatorluk ve yüzlerce devlet kurmuş olan Türkler, Asya’daki devlet tecrübesi üzerine eklektik bir tarzla Hint, İran ve Bizans’tan alınanlar ile geliştirmiş ve planlama, ayrım yapmaksızın ehliyet ve liyakate dayalı her ayrıntının kayıt altına alındığı bir sistem kurmayı başarmıştır. Bu birkaç bin yıllık hafızadan geriye neler kaldığını sorarsak üzülebiliriz. Bizlere can sıkıcı gelen yazışma usulleri, teamüller, protokoller, diplomasi dili gibi araçlar zaman içerisinde ya terkedilerek ya da unutularak pragmatik usullerin gölgesinde kalabiliyor. Bu durumda da ilk defa kurulan yeni bir devlet ile kökleri binlerce yıla ulaşan diğer bir devlet arasındaki avantaj ve fark ortadan kalkmış oluyor.

Kalıcı sistem kurmak büyük bir emek ve maharet gerektirir.Sistem kurmak yerine, günlük ani kararlar alanlar, gündelik olarak kazançlıyken yekûnde kaybeder ve kaybettirirler.

Bugün kazançlı görünen bir tercih, yarına zarar veriyorsa yanlış bir tercihtir. Devlet işlerinde tercihler, günü kurtarmak üzere değil, yarını inşa etmek üzere yapılmalıdır.  

Devlet geleneği bir mitos, tabu, ayakbağı, fantezi veya takıntı değildir. Tam aksine gelenek, içeride ve dışarıda güven telkin eden bir istikrar çizgisini oluşturur.Bu geleneğin, hukuk/adalet politikası, iç politika, diplomasi ve uluslararası ilişkiler, milli eğitim, iç ve dış güvenlik, demokrasi ve seçimler, üniversite, belediyecilik vb. gibi birçok alanda oluşturduğu temel dayanakları vardır. Bunlar sık değiştiğinde veya kamuoyunda tartışılmadan ilk defa denenen uygulamalarla ortaya çıkıverdiğinde “devlet geleneği”nin kırıntıları devam ediyorsa kalanı da bozulur, yenisi kurulmak isteniyorsa kurulamaz…

Mimaride ilk temel taşın konulması ne kadar önemli ise devlet geleneği ve hukuk alanında da ilk yapı taşlarının doğru yerleştirilmesi o derecede önemlidir. Mahkeme duvarlarındaki devletin (mülkün) temelini adaletin oluşturduğunu belirten veciz ifade tesadüfî bir cümle değil…

Adalet kavramı, adil olma yanında, hakkaniyet, kanun önünde eşit davranılma, eşit muamele görme, ayrımcılığa uğramama, kamu görevlerine girişte eşitlik, liyakat vb. gibi temel kurallar yanında kişilerin halükarda eşit ve ayrımcılığa uğramadan kazanımlarına uygun şekilde görev alma, görevde yükselme, daha üst görevlere gelebilme ve diğer özlük haklarında ilerleme gibi bir içeriği de doğal olarak kapsar. Adalet, tacirin, alacaklının kimliği, gücü ve pozisyonuna bakılmaksızın haklarının korunmasını beklemesi mağdurun fail karşısında tatmin edici cezalarla korunması da haklı bir ümidi içerir… Adalet eşin, çocuğun, kadının erkeğin, yaşlının, güçlünün ve güçsüzün velhasıl bütün insanların eşit şartlarda ve her zaman korunmasını vadeder.

Hukuk, devletinin temel taşı olarak konjonktüre ve günlük değişen şartlara göre günübirlik değişikliklerle esnetilmemesi ve kullanılmaması gereken bir alandır. “Ülkenin içinden geçtiği zor şartlar” Türkiye için iki yüz yıldır hiç bitmemiştir. Fakat hukuk, her halükarda, ayarı kaçmamış bir terazi, ibresi sapmamış bir pusula olarak tespit edici ve doğrulayıcı bir referans olarak önümüzde durmalıdır.

Devlet geleneğinin en önemli işaretlerinden olan hukukun, belirli bir felsefe ve stratejiye dayanmadan deneme-yanılma yoluyla geliştirilmesi de mümkün değildir. Hukuk, sosyolojik tabana yaslanan, toplumun dertlerini ve gündemini yakalayan ve kendisinden asla şüphe duyulmayan bir ilk ve son sığınak olarak görülmelidir.

 

(Devam edeceğiz…)