"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” demiş Heraklitos. Bir de değişimin büyük hızla gerçekleştiği bu çağda yaşasaydı ne derdi acaba? Bırakın 50 yılı sadece son 10 yıla baktığımızda olağanüstü bir değişimle karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliyor muyuz? Çünkü insan en çok da içinde bulunduğu zamanın farkına varamaz. Her gün aynada gördüğü yüzün aynı olduğu yanılsamasına kapılır. Ne zaman ki uzun süredir görmediği bir dost “çok değişmişsin” der, işin farkına varmaya başlar.
Uzatmadan söylemeliyiz ki bu baş döndürücü değişimin temel sebebi teknolojideki -özellikle de iletişim teknolojilerindeki- gelişmelerdir. Etkileşimin en üst düzeyde gerçekleştiği günümüzde sınırların ortadan kalktığı yapay bir “dünya vatandaşlığı” çığırıyla karşı karşıyayız. Burada baskın olan kültürün etkisinde kalmak kaçınılmazdır. Okur ve izleyici algılarının yerel bağlamından uzaklaşarak dönüşmesinin sebebi de aynı süreçle bağlantılıdır.
Muhakkak, bilgi kaynaklarında ve bireyi çevreleyen kültürde yaşanan bu değişim en çok da çocukları ve gençleri etkilemektedir. Yeni nesiller için dünya bir görüntü kaynağı haline dönüşmektedir. 21. yüzyılın gelişen teknolojileri ve kültürü önceki nesle göre daha çok görüntü odaklı “yapay tipler” üretmektedir. Genç beyinlerin adeta işgal edildiği bu yeni dünyada hemen her şey yapay gerçeklik ya da görüntü üzerine kurgulanmıştır. İşin perde arkasının veya hakikatlerin bu dünyada çok fazla işi yoktur. “You-Tube”, “Facebook”, “ Instagram” ve benzeri siteler, bir gün içerisinde milyonlarca insan tarafından ziyaret edilmekte; “Google” vb. arama motorlarında yapılan arama sayısı yüz milyonları bulabilmektedir.
Günümüzde, sıradan bir çocuk 18 yaşına gelene kadar ortalama 16.000 saat televizyon seyretmekte; tablet veya cep telefonu dinleyerek 4000 saat geçirmekte, 8000 saatini bilgisayar karşısında harcamakta ve birkaç bin saatini de dijital film kanallarında tüketmektedir. Yani bir çocuk 6-18 yaş arasındaki yaşamının dörtte birinden fazlasını iletişim/ sosyal medya araçları karşısında geçirmektedir ki bu oran aynı zamanda uyku dışında herhangi bir faaliyete harcanan en büyük zaman dilimini oluşturmaktadır. Bunun sonucu olarak geleneksel anlamda “okumak” gün geçtikçe dinleme ve izleme karşısında güç kaybetmektedir. Yeni nesil arasında okunanlardan çok izlenenlere dair tartışmalar yaşanmaktadır. Hal böyle olunca da çağımız insanı için kritik soru “Okudun mu?” yerine “Gördün mü?” şeklinde ifade bulmaktadır. (Kaynak: Hacettepe Üniversitesi/M.Kurudayıoğlu)
Eğer sosyal medya hayatımızda bu kadar etkiliyse bu noktada yapmamız gereken şey kitap almayı ya da okumayı bırakmak veya cep telefonu, televizyon ve internetle olan bağlarımızı tamamen koparmak mıdır? Biz ne yaparsak yapalım saldırgan bir yapısı olan sosyal medya araçlarının etkisinden kurtulmak o kadar da kolay gözükmemektedir. Peki, bizler bu durumda ne yapabiliriz? Bu konuda verilebilecek en iyi cevap kendimizi kültürün bir parçası olan sosyal medyadan soyutlamak yerine onu bilinçli bir şekilde kullanabilecek ve ilettiği mesajları süzebilecek yeni bir okur/izleyici algısı inşa etmekle olacaktır.
Nihayetinde sosyal medya ürünleri tümüyle yapılandırılmıştır. Bu ortamlar gerçeği olduğu gibi yansıtmaz. Her medya ürünü belirli bir ekip tarafından hazırlanan ve medya patronlarının, küresel güç sahiplerinin istekleri doğrultusunda şekillenen özellikleri içerir. Yansıtılmak istenen mesaja uygun olarak seçilmiş sosyal medya araçları ile sunulmak istenen mesaj yapılandırılmaktadır. Verilmek istenen mesaj her ne kadar iyi tasarlanmış veya kurgulanmış olsa da seyircilerin mesajı anlamlandırma süreçlerindeki katkıları göz ardı edilemez. Bu anlamlandırma sürecinde seyircinin ön bilgileri etkili olduğundan, sosyal medya kullanıcılarının ön bilgilerinin nasıl yapılandırıldığı konusunda da bilinçli olmaları sağlanmalıdır. Durum böyle olunca kaynaklarda yer alan bilgiye sahip olmak kadar; bilgi kaynaklarına bilinçli yönelim, seçicilik, eleştirel bakış açısı, yeniden ulaşabilme ve değerlendirme yeteneklerine de sahip olmak önem arz etmektedir.
Bu süreci en az hasarla atlatmak için yapılması gerekenler bellidir. Öncelikle okullardaki Türkçe ve Edebiyat derslerinin seçici okuryazarlığı teşvik edecek şekilde güncellenmesi elzemdir. Yeni nesillerin kısa ve az vakit alacak okumalar yaparak kitap sevgisini kazanmaları önceliğimiz olmalıdır. Bu noktada görsel ve işitsel imkânlardan da faydalanılmalıdır. Müfredatta gereksiz bilgi hükmündeki fazlalıklar atılmalı, zamane gençlerinin doğrudan kaynaklarına ulaşabileceği, öz bilinç kazanabilecekleri etkileşimli okumalara ağırlık verilmelidir. Burada aslolan çocuklarımıza dini ve milli şuur kazandıracak aynı zamanda sosyal medya gibi ortamlarda seçici davranmasını sağlayacak, ruh sağlığını koruyacak öz bilgilerin sürekli tekrar yoluyla aşılanmasıdır. Kısacası çocuklarımıza gereksiz onca bilgiyi boca etmek yerine temel değerlerimizi nişanlayan ve ruhlar inşa eden bilgilerin kazandırılmasıdır. Yetişkin algısındaki dönüşüm ise genç nesillerin eğitimiyle kendiliğinden gerçekleşecektir.