Lise yıllarımda bir dönem en çok lezzet aldığım şeylerden biri de Fenerbahçe’nin maçlarına gitmekti. Varsa bir iki arkadaş yoksa yalnız başıma Karagümrük’ten Edirnekapı’ya yürür, 127, 500 ya da 500A numaralı otobüslere biner Kadıköy’ün yolunu tutardım. Yol boyu otobüse binen Fenerbahçeliler olurdu. Kadıköy rıhtımına gidene kadar otobüsün içerisinde, o günkü maça dair, ‘neler yapılırsa kazanılır’ konuşmalarına tanıklık ederdim. Sahaya nasıl bir 11 çıkacağından tutun, oyuncu değişikliği hakkının kimden yana kullanılması gerektiğine dair kanaatler, topu daha fazla ayakta tutmaya dair planlar, defansın göbeğindeki hatalar… Son durağa yaklaşıldığında taraftar sayısı taraftar olmayan yolculara nazaran hayli baskın olduğunda, otobüs içinde üç aşağı beş yukarı konuşulan konular da artık benzeşmiştir. Otobüsten inilir, önce Altıyol’a akabinde Kurbağalıdere geçilerek stada ulaşılırdı. Stadyum önündeki gişelerde bilet almak için kuyruğa girilir, bilet alındıktan sonra stat içinde köfte ekmek, çekirdek eşliğinde artık maç saati beklenirdi.
Derken, takımlar sahaya çıkar, ortalık cümbüş, tribünler selamlanır, ilk 11’ler görülür, top mu kale mi sorusu cevabını bulur ve hakem düdüğü çalar. İşte o an, bütün taraftar takımı destekleme konusunda hemfikirdir, tezahüratlar alır başını gider.
İşler iyi gittiği müddetçe tribünün keyfi yerindedir. Ama ya işler kötü giderse…
Mesela takım savunmada ise, yorgun, bezgin, beceriksiz, hata oranı yüksek bir oyun sergiliyorsa homurdanmalar başlar. Yedek kulübesine doğru tribün önerileri yağar da yağar. Bir de üstüne gol yenirse teklifler tehdide, motivasyon cümleleri küfre döner. Zaman git gide daralır. Son düdük çaldı çalacak noktasında, son hamlelere umut bağlanır ama nafile, arzu edilen netice hâsıl olmamıştır. 90 dakika boyunca sahada ve asıl önemlisi bir haftadır kafada öyle ya da böyle oynanan maç bitmiştir.
İşte o an, otobüse geri döner zihin;
-Filan oynasaydı,
-Sahaya şöyle bir 11 çıksaydı,
-Oyundan onu değil de şunu çıkarsaydı,
-Hadi onu aldın oyundan da be adam bunu niye soktun oyuna?
Bütün hikâye, kulüp başkanının, teknik direktörün ve futbolcuların etrafında döner.
Sonuçta, ‘ben yapsaydım takımı şöyle olurdu böyle olurdu’ya, ‘ben çıkıp oynasaydım var ya’ya döner iş. Ama takım istenilen sonucu alamamıştır işte. Önümüzdeki maçlara bakılacaktır artık. İyi ama nasıl?
İşte o nasıl sorusu çok kritiktir. Yeniden başa dönülür ve o bildik cümleler yeniden kurulur. O şöyle olsa, bu böyle olsa… Bitmez. Ömür biter de bu cümleler bitmez.
7 Haziran’dan bu yana AK Parti çerçevesinde konuşulana, yazılana, çizilene bakınca gördüğüm manzara, yukarıdaki sarmaldan farklı değil. Hepimiz konuşuyoruz. Ne cümleler kurdu bu dilimiz ve ne cümleler duydu bu kulaklarımız. Seçim kampanyasındaki stratejik hatalardan tutun, aday seçimindeki yanlışlara kadar, Tayyip Bey’in sahaya inmesinden, Abdullah Gül’ün tribünde oturmasına, klozet, Mercedes tartışmalarının analizinden teşkilatların ataletine kadar çok sayıda cümle… Hayatımın hiçbir döneminde duymadığım kadar duyuyorum bu ara ‘eleştiri’ ya da ‘özeleştiri’ kelimelerini. Üstelik bütün bu tartışmaların kamuoyu önünde gerçekleştiriliyor olması ayrı bir yorgunluk veriyor insana. Tam bir dedikodu ortamı. Asıl öldürücü darbeyi vuranlar da ‘ben dediydimciler’ oluyor çoğu zaman.
Ve tartışmalar, kötü geçen bir futbol karşılaşması sonrası taraftarlar arasında herhangi bir kurala uyulmaksızın kurulan ve aslında hiçbir yere varmayacak olan büyük büyük cümleler eşliğinde yürüyor.
Peki, şimdi soru şu; bu iş böyle mi olmalıdır?
Bu soruyu şu noktadan hareketle soruyorum;
Muhatabını bulmayan eleştiri sadece dedikodudan ibarettir. Hem eleştiri sahibinin hem de eleştirilerin muhatabının ‘dedikodu’yu ortadan kaldırma hususunda yükümlülükleri vardır. Bunun ötesi sadece ve sadece yorgunluktur.