Allah’ın, kelimelerin kalbine indirdiği hikmeti kalbimizde de tutabilmenin neredeyse ilk koşuludur imajı ve karizmayı reddetmek. Bırakalım başımız kel kalsın, kravatsızlığı düşünelim, saçımız taralı olmasın mesela bazen, bırakalım da birisi de beyaz çorap giysin, deodorant kokmayan bir erkek olabilmeyi başaran birisine saygı duyalım, alnındaki kırışıklıklarla değil alnının aklığıyla hatırlayalım arkadaşlarımızı.

Yusuf Armağan

Karizmanın “etkileyicilik” olarak tanımlandığını biliyoruz. Aslen Fransızca bir kelime… Ama bir de “karizmayı çizdirmek” diye bir şey var. Argoda çokça kullanılan ve “var olan etkileyiciliğini kaybetmek” olarak tariflenebilecek karizmayı çizdirmek tabirini bugün neredeyse kullanmayan yok gibi. Üstelik karizmanın dini, milleti, ırkı, sağı, solu kalmadığı gibi karizmayı çizdirmekten dolayı endişelenmeyen hiçbir kimliğin kalmadığı günlere geldik.

Can Kozanoğlu’nun kitabına isim olarak seçtiği ‘cilalı imaj devri’, içerisinde bulunmuş olduğumuz dönemi, imajıyla hatta -imaj ne kelime- cilalanmış imajıyla iyi tarifleyen bir isim. Peki insan niçin imaja ihtiyaç hisseder ve hatta bununla da yetinilmeyecek kadar ileriye giderek bir de buna cila çekme arzusuyla yanıp kavrulur? Doğrusu, evvela, bu satırların yazarı, bu sorunun hemen bir çırpıda verilebilecek bir cevabının olmadığının bilinciyle bu soruyu sorduğunun bilinmesini ister.

Kişinin, kendisinde olan ve kendince değerli gördüğü, önemsediği özellikleri göstermeye karşı eğilimli olma özelliği, ‘edebe muğayir’ oluşundan dolayı törpülenmesi gereken bir durumdur. Bilhassa kendi gayreti ile kazanmamış olduğu, doğuştan gelen özellikleri dolayısıyla, diğerlerine nispeten daha ‘zengin’, daha ‘güzel’, daha ‘uzun’, daha ‘beyaz’, daha ‘özürsüz’ oluşundan hareketle, kişinin, görünür alanda gösterişe kalkışması, insanın kendi elinde olmayan kazanımları dolayısıyla övünmesi dolayısıyla oldukça ilginç bir vaziyeti doğurmaktadır.

Bu yol, gösterilecek ‘şey’lerin giderek tüketilmesi sonucunda ‘teşhirciliğe’ kadar gider. Teşhirciliği, cinsel uzuvların, kurbanın/kurbanların rızası olmaksızın gösterilmesi şeklinde tanımlayan Türk Ceza Kanunu’nun, işlevsiz olsa da şimdilik teşhirciliği suç saydığını biliyoruz. Bu kanun maddesinin, gelinen nokta itibariyle bir öneminin olmadığını sanırım uzun uzadıya burada anlatmanın gereği yok. Ancak geniş anlamıyla ‘teşhir’in toplum nazarında en azından bir zamanlar ayıplanmakta olduğunu söylersem maksadım hasıl olmuş olacaktır.

İnsanın kendisini ve kendisinde olanı gösterme ihtiyacı ‘ben’ sorunu yaşamasından ileri gelir. Gösterebildikçe varolabilen, ya da öyle sanan insan, gösterebileceği herhangi bir şeyinin kalmadığını hissettiği anda ‘tükenmiş’ olacağını düşünür. Çünkü, etrafımızı sarıverecek/bir boşluk ki asla bitmeyecek/her şey bir anda anlamsız gelecek/işte biz o gün tükeneceğiz.

İnsanın gösterebileceği en son ‘şey’in ne olduğu sorusunun cevabını okura bırakarak devam edelim. Gösterilecek olan ‘şey’inin kalmaması halinde tükenecek olan insanın imaja duyduğu ihtiyaç sadece kendisi üzerinden geliştirdiği bir şey değildir. Bu, görmek istedikleri açısından da imaja ihtiyaç hissediyor olması anlamına gelir.

Bugün, geldiğimiz noktada, Metin Önal Mengüşoğlu’nun Ebu Yasir’den isimli şiirine atıfla söyleyecek olursak, ‘bir zamanların ezanla uyanılan şehirlerinde’ yaşayan bizler, diğer şehirlerimizden gelen haberlerde bile bir imaj, bir gösteriş, bir cila arıyoruz.

Unutmaya meyilli insan biraz silkinecek olursa, Sırpların Bosna’mıza saldırışı esnasındaki vahşet görüntüleri ve bunun üzerine sos olarak döşenmiş ajitasyon müzikler olmasaydı gözümüzün yaşının akmayacak olduğu gerçeğini hatırlayacaktır. İsrail’in 2006 Lübnan saldırıları sırasında, ancak, göçük altından cesedi çıkarılan ‘mavi emzikli bebek’ ile savaşı anlamlandırabildik hepimiz. Dünyayı fotoğraflar, VTR’ler üzerinden okuyoruz. Çünkü imaj bizim için artık her şey! Söz yitip giden mağrur bir çocuk gibi belli belirsiz bir yerde duruyor. Ne söze gidebiliyoruz ne de söz kendisini bize yakıştırabiliyor. Oysa ki, şehirlerimizde olan biten, teşhire gerek kalmaksızın, sadece yalın bir sözle bize anlatılmış olsaydı, bu bize yetmeyecek miydi? Cevap da soru kadar acıdır;

Hayır!

İnsanın bedenini, cilalayıp imajlayarak beğenilere sunuyor olması sözünün tükendiğinin bir göstergesidir. Olanı biteni imajlar üzerinden algılayabiliyor olması da böyledir, yeryüzünde söylenmiş ve söylenecek olan söze kulaklarının kapalı olmasındandır. Çünkü kelimeler anlamını yitirmiştir artık. İbn-i Arabi’nin, kelimelerin kalbine indirdiği için Allah’a hamdettiği hikmet, insanın kalbinde konuşlanamamaktadır.

Karizmatik, imajına düşkün, metroseksüel, parfümlü, sahip olduklarıyla birbirine nispet yapan, jipli, makyajlı Müslümanlar var artık bugün. Söylediklerinden ziyade, göründüklerinden yola çıkılarak tariflenir oldu hepsi. Onlar için Dücane Cündioğlu’nun ‘görülmeye ihtiyacımız var. Bilinmeye yani. Görülmek, bilinmek istiyoruz. Sanıyoruz ki görüldükçe görüneceğiz, göründükçe bilineceğiz, bilindikçe varolacağız’ cümlesinin ne önemi vardır bilmiyorum.

Allah’ın, kelimelerin kalbine indirdiği hikmeti kalbimizde de tutabilmenin neredeyse ilk koşuludur imajı ve karizmayı reddetmek.

Bırakalım başımız kel kalsın, kravatsızlığı düşünelim, saçımız taralı olmasın mesela bazen, bırakalım da birisi de beyaz çorap giysin, deodorant kokmayan bir erkek olabilmeyi başaran birisine saygı duyalım, alnındaki kırışıklıklarla değil alnının aklığıyla hatırlayalım arkadaşlarımızı, markasını gizleyerek başörtüsü kullanan kadının örtüsünün markasını merak etmeyelim bir kerecik, dişlerinin çirkinliğinden ötürü gülmekten çekinen ağabeyimizin kahkahalarını çocuklarımıza götürmek için dolduralım kulaklarımıza…

Ki, söz yücelsin, hikmet kelimelerimizin üzerindeki anlamlı seyahatine devam edebilsin.

Yani, bırakın karizmanız çizilsin!