Dâvâların en yücesi Allah’ın dâvâsıdır.

O da İSLÂM’dır.

“Allah katında yegâne Din İslâm’dır,” buyuruyor Rabbimiz. (3 Âl-i İmran 19.)

İnsan onunla yaşamalı, onu anlatmalı, onu aktarmalı.

Yoksa hayatın anlamı ne olabilir ki?

Başka şeyler için yaşasa ne kazanabilir ki?

Varacağı yer belli…

Hesap vereceği Zât’da belli…

O halde Allah’a (c.c) yönelmeli…

O’nu sevmeli…

O’nu sevdirmeli…

İşte İslâm!

Olasın teslim!

Önce iman,

Sonra ibadet!

Sonra da dâvet!

Var mıdır başka servet?

İşte sana hikmet!

Bu ne güzel devlet!

DÂVÂLARIN EN GÜZELİ

Bir dâvâ düşünün!

Ama en güzeli olsun!

İçin ferah bulsun!

Sonu Cennet olsun!

Nedir dersen o acep?

Rabbini an ve yücelt!

***

Bir adam düşünün dâvâsı Hakk…

Gönlü ummanlar misâli berrak…

Hak ve hakikat aşığı bir safiyet…

Ümmet için diler her an afiyet…

Evet, ömrünü Rabbin rızasına adamış,

Gönül adamlarının halidir bu…

O adam ki, bu maksatla koştururken,

Asla yorulmaz…

Bu hizmete asla doymaz.

Hedefi büyüktür daima;

Rabbinin rızasına âşinâ…

Ona koşar doyumsuzca…

Ne mutlu böyle bir kula!

BİR GENÇ DÜŞÜNÜN Kİ!

Bir genç düşünün, o ki; nefsinin en azgın olup zevk ve safaya çok meyilli olduğu çağında, Allah ve Rasül’ünü istiyor.

O’nu seviyor, O’nun için çırpınıyor.

İnsanları Rabbe çağırıyor.

“Geliniz, cehennemden kurtulunuz” diye gözyaşlarıyla onlar için gayret ediyor.

Bu insan, bu genç Allah’ın bir sevgili bir kulu, bir dostu neden olmasın kardeşlerim?

Ashab-ı Kiramdan bir genç geliyor hemen aklımıza…

Varlıklı, yakışıklı, soylu bir genç… Ana-babası ona çok düşkünler.

İslâm tebliğinin başlangıcında, o çileli günlerde Allah’ın yüce davetine icabet etmiş ve ebedi saadet sarayına girmişti.

Bir gün Efendimiz (s.a.v.) ona baktılar.

Sırtında kuşak gibi sardığı bir koç derisi vardı. Peygamberimiz:

“-Kalbini Allah Tealâ’nın nurlandırdığı şu adama bakın.

Onu anne ve babasının arasında, onların en iyi yiyecek ve içecekle buna kahvaltı verirken gördüm.

(Ama o, onlara iltifat etmedi)! Allah ve Rasulü’nün sevgisi onu gördüğünüz bu hale getirdi,” buyurdular. Zira o, fakir bir hale gelmişti.” Ebû Nuaym, Hilye, Hasen isnadıyla.

Şehadeti ve tekfini esnasında ise;

“Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice kişiler vardır. Onlardan bazısı sözünü yerine getirip o yolda canını vermiş, bazısı da -şehitliği- beklemektedir.

Onlar hiçbir şekilde -sözlerini- değiştirmemişlerdir,” meâlindeki âyeti (el-Ahzâb 33/23) okudu.

O, MUS’AB B. UMEYR’Dİ, NE GÜZEL ÖRNEKTİ

Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

İlk mü’minlerden biriydi; ancak Resûl-i Ekrem’in Peygamberliğine şiddetle karşı çıkan ailesinin buna izin vermeyeceğini bildiğinden, O’nun yanına bir süre gizlice gidip geldi ve namazlarını da gizli kıldı.

Durumu öğrenilince hayatında zor bir dönem başladı.

Babası ve annesi onu Müslüman olduğu için hapsettiler ve yolundan dönmesi için çeşitli baskılar yaptılar, fakat dininden vazgeçiremediler.

Daha sonra Peygamber Efendimiz (sav) tarafından, Medine’de Kur’an öğretmeni olarak görevlendirilmiş ve nicelerinin İslâm’a girmesine sebep olmuştu.

Gerçekten onun hayatı okunmaya değer.

Sahâbîler, daha sonraki dönemlerde bolluk ve refah içinde yaşadıkları zamanlarda, daima Mus‘ab’ı anmışlardır.

Bunlardan Habbâb b. Eret, Mekke’den Medine’ye dünyevî menfaatler için değil Allah rızâsı için hicret ettiklerini, fakat Allah Teâlâ’nın kendilerine dünya nimetlerini de verdiğini, Mus‘ab b. Umeyr gibi arkadaşlarının bu nimetlerden hiçbir şey tatmadan âhirete intikal ettiklerini belirttikten sonra;

Uhud’da şehid olduğu gün onu saracak bir kefen bulamadıklarını, bedenini hırkasıyla örtmeye çalıştıklarında başına çekince ayaklarının, ayaklarına çekince başının açıldığını, sonunda başını örttüklerini, ayaklarının üstüne de kokulu bir ot demeti koyduklarını söylemiştir. (Buhârî, Cenâʾiz, 27, Megazî, 17, 26; Müslim, Cenâʾiz, 44. Hüseyin Algül, TDV İslam Ansiklopedisi, ilgili madde.)

Mus’ab bin Umeyr zırh giydiği zaman Peygamberimize benzediği için, müşrikler onu şehîd edince, Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi.

ADI OSMAN’DI

Bir genç vardır adı Osman,

Aklındadır bütün cihan,

Sevdasıdır Kur’an,

Ona kurban olsun cân!

İşte dergâhındadır Edebali’nin,

Nûru vurmuştur Kur’an’ın!

Uyunur mu hiç, açılır Kur’an,

Yoksa uzak olunur hayattan!

***

Dua, niyaz, gözyaşı,

Yakarış, ağlayış onun aşı…

Sonra uyuyakalış,

Ve rüyaya dalış…

Hayretler içinde uyanış…

“Rabbim hayırlı olsun bu kalkış!”

***

Bu sabah ki dergâhta,

Buluşur herkes namazda.

Onu geçemez kimse heyecanda,

Varıverse yanına bir anda…

Bir anlatsa Şeyhine bu rüyayı,

Yoksa kaplayacak mı dünyayı?

Ona bakar Şeyh Edebali,

Gel Osman’ım der gibi…

Varır elin öper hürmetle,

Anlatmaya başlar edeple…

***

Bugün rüya gördüm Efendim,

Bir ay çıktı göğsünüzden,

Gelip benim göğsüme girdi,

Sonra büyük bir ağaç çıktı,

Nice dal budak saldı,

Gölgesi âdetâ dünyayı sardı.

Gülümsedi Şeyh Edebali,

Hayırlı olsun sana Osman’ım,

Allah sana bir devlet verecek ki,

Evet, bütün dünyayı saracak!

Kızım Bala sana eş olacak,

Helâlin olsun sana evlâdım!

***

Bir obaydı önce Osman,

Sonra bir beylik oldu,

Bir çınar oldu daha sonra da,

Hayat buldu insanlık Osmanlı’da…

***

Ne durursun genç adam?

İşte ecdadın Gazi Osman,

Artık fetihlere durmalısın,

Dirilişle Kuruluşlar olmalısın!

Bütün dünya seni bekler,

Mazlum kavimler seni özler…

Okunuyor hala adına hutbeler,

Dinliyor onu canlı yürekler…

ÖĞÜT VERİRDİ EDEBALİ

Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde, ücrette geride olasın.

Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır.

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma!

Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme.”

Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hâkim kılmak için çıktık yola.

Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul.

Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın.

Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın.

Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez.

Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez.

Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.

“ANANI, ATANI SAY; BEREKET BÜYÜKLERLE BERABERDİR!”

Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan… “Ana”larla dolu olan…

Ana, çile yumağıdır; oğul, duâ kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir.

Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul.

Yarın yuva kurduğunda, ocağınla onlar arasında köprü olasın.

Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın.

“Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz.

Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma!

Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!”

Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tâcını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir.

Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.

Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.

Osman’lar çoğalmalı artık!

Ne olur Rabbimiz lûtfeyle!