Bilge adam; “Yarın Dünya İnsan Hakları Günü” dedi. Bizi bir Anka kuşunun kanadına bindirip tam yirmi yıl önceki bir Şubat soğuğunun iliklerimize kadar üşütmeye kastettiği o kasvetli günlere götürdü. Derin bir iç çekerek anlatmaya başladı: “O günlerde temel bir insan hakkı olan “inandığı gibi yaşamak” adeta ateşten bir gömlek gibiydi. Ne garip bir tecellidir ki kavurucu soğuktan korunabilenler de o ateşten gömleği giyenlerden başkası değildi! Evin babası işini kaybetmişti ve yuvasını kıt kanaat ancak geçindirebiliyordu. Kimse ona iş vermiyordu. İnançları uğrunda meşakkat çekiyordu fakat gönlü huzurla doluydu. Çünkü çocuklarını imanlı ve ahlaklı olarak yetiştirmek için tatlı bir gayret içindeydi. Bu dertli baba bir pazar sabahı ezan sesiyle uyandı. Yavaşça yatağından kalktı ve pencereyi usulca açtı. Seher yelinin tatlı esintisiyle gelip odanın içine akıveren temiz havayla birlikte duyulan muhteşem bir ezan sesi gönüllere doluverdi. Uykunun mahmurluğu abdestini aldığı soğuk suyun ferahlığıyla dağıldı. Koridorda bir fısıltı kadar yavaş ve ancak çocuklarının duyacağı bir tonda ve -adeta- bir bülbül gibi şakıyarak “Bülbüller sazda, güller niyazda, söyle namazda elhamdülillah, yatma seherde, uğrarsın derde, söyle her yerde elhamdülillah” ilahisini mırıldandı. Çocuklar duydukları bu güzel nağmelerin sesiyle yavaş yavaş ve neşeyle gözlerini açmaya başladı. Uykusu ağır olanları namaza kaldırmak için son çare olarak ve şakayla karışık bazen, “Suyun kaldırma kuvveti ”ne başvururlardı. Fakat genellikle buna ihtiyaç kalmazdı. Çünkü ilahiden sonra gelen mehterin, “Allah Allah, Celilüc Cebar, Muinüssetar, Halikul Leyli vennehar, Yektir Allah ânın birliğine…” mısralarını okumaya bile başlamadan herkes uyanırdı Yine öyle olmuştu. Anne, baba ve çocuklar hep birlikte ve cemaat halinde sabah namazını eda ederek Allah’a olan borçlarını ödediler. Namazdan sonra yapılan zikrin neşesini tattılar ve okunan haşir suresinin anlamını dinlediler. Böyle bereketli bir sabahta kerahet vaktinin çıkmasıyla iyi bir uyku çekmeyi hak etmişlerdi.
Kuşluk vaktinin girmesiyle birlikte kahvaltı zamanı çoktan gelmişti. Bu defa çocukları uyandırma sırası annedeydi. Fakat bu iş anne için hiç te zor olmadı. Çünkü mutfaktan yayılan mis gibi kokular çocukları uyandırmaya yetip de artmıştı bile. Lezzetin kokusunu alan çocuklar iştahla mutfağa koşarken, annelerinin –“Kahvaltı yapmanın da bir kuralı var” diyen tatlı ikazıyla irkildiler. –“Önce kişisel temizlikler yapılacak! Biliyorsunuz temizlik sünnettir.” İkazlar yerini bulduktan sonra anne şefkatli bir ses tonuyla devam etti: “Çocuklar evde pişer komşuya da düşer, komşumuzun da hakkı var, koku dışarıya yayıldı, alın bakalım şu pişileri komşuya götürün.” Komşularına sevinçle ve çabucak gidip geldiler. Sofraya ailece ve kuş cıvıltısına benzeyen çocuk sesleri eşliğinde oturdular. İlk lokmalarını yemeye besmeleyle başlarken bunca güzel nimeti veren yüce yaratıcıyı düşündüler. Bu nimetleri bulamayan fakirlerin halini ve haklarını hatırlayıp hallerine şükür ettiler. Kahvaltıdan sonra yemek duası yapmaya can atan çocukların her biri Allah’a ayrı ayrı ve içlerinden geldiği gibi teşekkür etti. Bu güzel kahvaltıyı hazırlayan annelerini de ihmal etmediler ve “Anneciğim senin hakkın ödenmez” deyip boynuna sarıldılar.
Çocuklar kahvaltı bitince, önceden planlanmış olan eğitime gitmeye hazırlandı. Kızlar anneleriyle, erkekler de babalarıyla birlikte akran grupları ile yapılacak programa gitti. Her iki eğitimde hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı gibi hayatın temel becerileri öğretiliyordu. Burada önce kâinatın yaratıcısını tanımak için tefekkür etmeyi ve âlemlerin sultanı Efendimizin (sas) sünnetine uymayı ve veda hutbesinin anlamını öğrendiler. Oyun ve musiki eşliğinde neşeyle yapılan bu eğitimlerin en önemli farkı, öğrencilerin mümeyyiz ailelerin erdemli çocuklarından seçilmesiydi. Bu programların amacı çocukları ergenliğe ve hayata hazırlamaktı. Çocuklar hem iyi ve güvenilir arkadaşlar kazanıyor, hem de Yunus gibi “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi” öğreniyordu.
Eve döndüklerinde çocukların yüzünde güller açıyordu. Çok güzel vakit geçirdikleri her hallerinden belliydi. Saatler geçtiği halde bilgisayar, TV, telefon gibi elektronik cihazları akıllarına bile getirmemişlerdi. Çünkü yetişkinlerin buyurgan tavırlarından menfi etkilenebilen çocuklar, arkadaşlarıyla birlikte eğlenerek öğrenmeye bayılıyorlardı. Böylece sabah namazında başlayan öğrenme serüveni gün boyu devam etmişti. Evde duydukları ezan, namaz, dua, şükür ve sünnet gibi kavramları burada pekiştirmişlerdi.
İkindi çayında yaptıkları aile toplantısında günlük faaliyetlerini değerlendirdiler. Teknoloji bağımlılığı ve her türlü tehlikelere karşı koyabilmek için hayatın temel kavramlarını ve becerilerini öğrenmenin önemi üzerine konuştular. Aile içi eğitim ve akran grupları eğitimi olmadığı takdirde işi yalnızca okula bırakarak ana baba hakkı ve kul hakkını bilen, çevre dostu, ahlaklı ve dürüst insanlar yetiştirmenin neredeyse imkânsız olduğunu anlamışlardı.”
…
“Yirmi yıl sonra geriye dönüp eski günlere hasretle bakan anne ve baba, çocuklarının başarılı, mutlu birer yetişkin olduğunu görüp hallerine şükür etti. Ana-baba hakkını bilen, çevreye saygılı ve vatanperver evlatlara sahip oldukları için Allah’a hamdüsena olsun dediler. Fakat diğer taraftan yaşadıkları meşakkatli günlerdeki gayret ve heyecanlarının maalesef kaybolduğunu fark ettiler. Aslında maddi olarak eski günlerle kıyaslanamayacak kadar rahat ve zenginlik içindeydiler. “Acaba yirmi yıl önceki gayretimize ne oldu” diye düşündüler!”
…
Cevap gecikmedi. Bilge adam ötelerden ve gök gürültüsü etkisi yapan derin bir fısıltıyla ortalığı çınlattı: “Rahat meşakkatte, meşakkat de rahattadır! Son yirmi yılda içine düştüğünüz dünyevileşme, âfâkileşme ve siyasallaşma hastalığı sizi adeta felç etti!”
…
Yazar da, temmuz sıcağının bazen şubat soğuğundan daha fazla üşüttüğünü bil müşahede anladı.