Balıkesir’de şehirden 14 km. uzaklıkta yeşillikler için bir yüksekçe bir mahallesindeyim. Kaldığım evin hemen alt tarafından küçük bir dere akıyor. Bu dere bir zamanlar çok daha gümrahtı ve suları pırıl pırıldı. Şimdilerde ise ancak sulama amacıyla su tutulan göletten izin verilen az bir miktar su ile varlığını sürdürüyor. Öteden beri, suyun azlığından ve dereye akıtılan atık suları dolayısıyla hayvanların yaşama alanlarının daralıp yok olduğunu düşünüp üzülüyordum. Ancak göletin çevrenin nemini arttırması ve sulama kanallarıyla her tarafın hızla yeşillendiği ve gölette insan boyunda yayın balıklarının olması gibi beklendik/beklenmedik katkıları da olmuş.

Sabah yürüyüşünde, hemen önümden heyecanla kaçan küçük bir sincap; karşı yamaçta oynaşan alacalı yaban tavşanları; gökyüzünde dönüp dolaşan üç şahin; her gün selamlaştığımız kartal büyüklüğündeki üç balıkçıl kuşu ve bahçemdeki bir buçuk metrelik yılan, ekolojik dengenin henüz bütünüyle bozulmadığını ve gezegenin yegâne sahibi olmadığımızı bize fısıldıyorlar.

Sabahleyin dere boyunda ilerlerken 20 kadar irili ufaklı su kaplumbağasının güneşlenmek için küçük bir adacığın üzerine toplanmış olduğunu görmek bu ümidin küçük bir parçası. Çünkü su kaplumbağaları, balık, kurbağa ve yengeç gibi diğer hayvanları yiyerek yani etçil besleniyorlar. Bu küçük derede, su kaplumbağalardan irili ufaklı yüzlercesi, binlercesi var. Demek ki hala yeterli besin kaynağı bulabiliyorlar. Bu da, Türkiye’nin batısında bile ekolojik dengeyi yeniden kurmanın hala mümkün olduğuna işaret ediyor…

Bu arada, çevre gezilerinde veya sabah yürüyüşlerinizde iyi bir gözlem için dikkatli bir göz kadar, sessiz olmanız; üzerinizde parfüm veya sigara kokusu gibi hayvanların kolay alacağı kokuların olmaması; renkleri dikkat çekici olmayan kıyafetlerin tercih edilmesi önemli. Daha fazla gözlem için en iyi zamanın günün doğuş ve batış saatleri olduğunu hatırlatırım.

Sağlıklı kalmak yanında evrendeki (kâinat/kozmos) ontolojik anlamımızı kavrayabilmek için bu tür çevre gezilerine ve gözlemlerine ihtiyacımız var aslında. Çünkü insanoğlu, yeryüzü ve gökyüzü arasında kendisi için belirlenmiş bir mekân ve zaman dilimi içerisinde sıkışmış olarak ömrünü sürdürür ve tamamlar. Bu zaman dilimi ve zaman sınırının öncesi ve sonrası bütünüyle metafiziktir.

İnsanın evren içinde kendi varlığını anlamlandırabilmesinin doğru yollarından en başatı “başını çevirip de gökyüzüne bakması”; yeryüzünde olup biteni anlamaya çalışması; çevreyi büyük resmin içerisinde okumasıdır. Bütün bu süreç, bu sınırlı zaman ve mekâna şahitlik etmek anlamına geliyor.

İnsana emanet olarak verilen, bu zaman, zemin, ruh ve bedenin evrenin bütünlüğüyle uyumlu ve bütün içerisindeki anlamına uygun olarak konuşlandırılması, bizlere hayat sermayemizdeki birimizi bin edecek derecede bir değerlendirme fırsatı verir. Hayvanın hayvani ihtiyaçlarıyla, bitkinin bitki gibi, insanın insanca yaşaması, bu büyük puzzle içinde varlığın yüksek anlamının yerini bulmasını sağlar.

Varlığı okumayı öğrenenler, gök ve yere nakşedilmiş harfleri açıklıkla okuyabilirler. Sabah yürüyüşleri, hayvan ve bitkileri gözlemlemek, geceleri gökyüzünü izlemek, güneş ve ayın doğuşunu-batışını izlemek, birer insan olarak bizlere tahminimizden fazlasını kazandırır. Hayatı boyunca yalnızca kendini okuyan/dinleyen zihin bencildir, arızalıdır ve nakıstır. Çünkü, bütün bir evrenin küçük ama anlamlı bir parçası olduğunun farkında bile değildir.

İçinde yaşadığımız çevre/tabiat tanınıp okunması gereken ve ilk emrin kastettiği “oku” buyruğunun en önemli parçalarındandır. Bütün bu okunası varlıklar içerisinde insan, hayvan, ay, güneş ve bütün gökcisimleri, kuş, çiçek, böcek ve mikroorganizmalar da vardır.Çevremizdeki her bir varlık, başlı başına bir işaretçi ve “ayet”tir.

Çevreyi okumak, sosyal olayları okumaktan daha değerlidir; çünkü sosyal olayları öncelikle sosyologlar, siyaset adamları, siyaset bilimciler, hukukçular, ekonomistler okumalıdır. Fakat kendisini tanımak isteyen herkes, çevreyi/tabiatı (doğa) çevrelerindeki “varlığı okuma” rahlesinden geçmeden bu süreci tamamlayamazlar.

Fiziki çevremiz ve onu kuşatan göremediğimiz metafizik çevrenin anlaşılması insanın varlığını maddesiyle mi manasıyla mı ölçmemiz gerektiği gibi bir tartışmaya da kapı aralar. Doğu ve Batıda felsefe, kelam ve “hikemiyyat”ın temel meselesi insanı ve varlığı anlamak ve doğru yerde konumlandırmak olmuştur.

İnsanı, evreni anlamaya çalışmak üzere, çevre gezilerinden içimize yönelen bir metafizik yolculuğunun gereğine ve yollarına diğer yazımızda devam edeceğiz…

(Devam edeceğiz…)