On beş yıl kadar önce dilbilim açısından son derece önemli olan Witgenstein’ın Traktatus adlı eserinin Türkçe çevirisini gördüğümde ne yalan söyleyeyim büyük bir heyecan duymuştum. Dilbilimle uzun yıllar ikinci bir saha olarak ilgilenen bir kişi olarak açıkçası kitapta umduklarımı hiç mi hiç bulamadığımı ve tam bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bir mana içeren ve anlaşılabilir bir cümle yakalamak neredeyse imkânsızdı. Kelimenin tam anlamıyla çevrilememiş başarısız bir metin ortaya çıkmıştı. Yetersiz olan Almancamla bile kitabı okumaya çalışmak bu eziyetten daha iyiydi.
Bir dilden diğer dile yapılan çeviri, adeta bir sanat eseri gibi özenle üzerinde durularak yapılmalıdır. Bir konuşmacının hitabet gücü ses tonu, vurgu, beden dili kadar kelime hazinesi ile de ilgili oluşu gibi, bir çevirinin gücü de sadece gramer bilgisine dayanmaz. Diğer adıyla tercüme, tercümanın çevrilen ve çevirinin yapıldığı dile vâkıf olmasıyla ideal seviyede ortaya çıkabilir.
İdeal bir çeviri, yeterli kelime hazinesiyle birlikte, metne objektif yaklaşma, dile hâkimiyet ve sahaya aşinalık ile mümkün olabilir. Bunun tam aksine dil yetersizliği, taraflılık veya ideolojik angajmanlar, çeviri metinin ait olduğu sahaya uzaklık gibi sebepler çeviriyi anlamsız ve geçersiz kılar.
Çeviri yapacak kişinin karşılıklı olarak her iki dilde yeterli kelime hazinesine sahip olması gerekir. Ancak, bir dili konuşuyor olmak, çeviri yapmak yetkinliğini bir kimseye doğrudan doğruya kazandırmaz. Hatta açıkçası, bir dili konuşuyor olmak, o dilde çeviri yapmak için iyidir, ancak yeter şart değildir. Çeviri işinde profesyonelleşmiş olup o dili hiç konuşamayan örnekleri de bulabilirsiniz. Tam aksine, bir dili konuşup çeviri yapamayan milyonlarca örnek görülebilir.
İyi çeviri yapabilmek için kelime hazinesi yanında ikinci bir yeterlilik olarak “saha yeterliliği” gerekir. Yukarıda bahsettiğim kitap çevirisi örneğinde yazar ya Türkçeye, ya Almanca’ya ya da her ikisine birden hâkim değildi. Eğer bunlara hakimse, kesin bir dille, dilbilim sahasına çok uzak bir kimse olduğunu söyleyebilirim. Çeviri yapanın/tercümanın çevirdiği metni öncelikle kendisinin anlayabilmesi gerekir. Türkçe’yi sokak ya da dizi diliyle bilmek, diğer bir dilden felsefe, hukuk veya edebiyat alanında çeviri yapmaya kesinlikle yeterli değildir.
Bir cümle anlaşılmadan çevrilmeye çalışılırsa çoğu kez şekil olarak cümleye benzeyen ancak içeriği itibariyle kelime yığınlarından oluşan yapılar ortaya çıkar. Tercüman/çevirmen, cümleyi anlamakla kalmayıp çevirdiği dilde metnin içeriğine sadık kalarak ifade edebilecek yeterliliğe de sahip olmalıdır.
Dilde yeterlilik sadece kelime hazinesi biriktirerek değil, o dildeki güncel metinler yanında alana dair okumaların da yapılmış olmasını da gerektiriyor. Edebiyat, hukuk ve felsefe sahalarında çalışanların, Sosyal Bilimler çevirilerinde göreceli olarak daha başarılı olmaları, dağarcıklarındaki kelime sayısının çokluğu ve yüksek dil işlerliğiyle ilgili olsa gerek…
Bazen yabancı dildeki bir klasiğin yarısından daha az hacimle Türkçe’ye çevrildiğini şaşırarak görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın evinde, “Binbir Gece Masalları”nın Rus dilinde on bir cilt olarak basılmış olduğunu görünce hayret içinde kaldım. Eser birebir çevrilmiş ve yazıldığı dönemi bütün detaylarıyla ve sosyo-kültürel malzemeleriyle birlikte aktaran ve Doğunun zihin dünyasını ince ayrıntılarıyla aktaran bir klasik ve bu eser Türkçe’ye çocukluğumuzda tek bir cilt, sonraları 4 cilt olarak seçmelerle ve kısaltılarak çevrilebilmişti. Tabii ki orijinalinden fersah fersah uzak bir halde…
İkinci bir problem de, çeviri sırasında yazarın söylediğinden daha azını veya daha fazlasını aktarmaktır. Daha doğrusu, yazara kendi düşündüklerimizi söyletmeye çalışmak başlı başına bir etik hatadır.
Rus klasiklerine ilişkin “Kaşgar Edebiyat” dergisinde çözümlemeler yaptığım vakitlerde, Türkiye’deki klasikleri incelerken çevirilerin birçoğunun orijinalinden uzaklaştığını bazen de bilerek uzaklaştırıldığını fark ettim. Çevirenler kendi görüşlerini, duygu dünyalarını araya sıkıştırıyor ve eserler üzerinde rahatça tasarruf edebiliyorlardı. Aslında bu durum tam anlamıyla bir iş bilmezlik ve düşüklüktür.
Tolstoy’un bir çalışmasında İngilizce ve Rusça ifadelerde yer alan “Tatar dikeni”nin hayatta kalma arzusu ve direnci, ünlü bir yazar tarafından metinden sadece ideolojik sebeplerle çıkartılabiliyor, yazarın Tatarların direnme duygusuna dair dolaylı tasviri bir anda sansürlenebiliyordu. Veya bölgeyi tasvir eden birçok betimleme, metnin dışına ideolojik sebeplerle keyfi olarak atılabiliyordu. Dolayısıyla, tercüme edenin dürüst şekilde metne sadık kalarak yazarın anlattığından fazlasını veya eksiğini çeviriye katmaması, okuyucuyu yönlendirmeye kalkışmaması gerekir.
Bir diğer konu da şiir çevirileridir. Şiirle ciddi şekilde ilgilenmemiş bir kişinin şiir çevirmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü şiir sadece alt alta sıralanmış kelime yığınları olmadığından ve mana, derinlik, sanat, estetik ve bir ruh işi olduğundan başlı başına ayrı bir saha olan poetikadan haberi olmayan, hayatında en azından kısa bir süre de olsa şiir yazmamış, okumamış bir kişinin çeviri yapması hiç de doğru değildir.
(Devam edeceğiz…)