“Her neslin her çağda kendini yeniden tanımlaması gerekir” der, Turgut Cansever. Bir şeyi tanımlamak onu anlamaya dair kapı aralamaktır. Çünkü tanımlama düşünmeyi gerektirir.
Önce düşünür sonra tanımlarsınız. Gökten zembille inen bir şey değildir tanım. Arkasında bir süreç vardır. Sonrasında süreklilik.
Her tanım aynı zamanda yeni bir tanıma yürüyüştür. Böyle böyle üretir insan, çoğalır, zenginleşir.
Bu çağın tanımlanmaya ihtiyacı var. Çağı tanımlamaya ihtiyacımız var. Tanımlamalıyız ki sıra hesaplaşmaya gelsin.
Neden hesaplaşmak? Neden anlaşmak değil de hesaplaşmak?
Çünkü bizim çağımız değil bu. İçindeyiz ama izinde değiliz bu çağın. Cebri bir şekilde itildik bu çağa. Başka hayallerin çocuğuyduk biz. Bu kabusa zorunlu iniş yaptık. Modern/post modern çağa iç güveysi olarak giriş yaptık.
Sezai Karakoç, “Büyük medeniyetlerin çöküşü de büyük olur.” Der. Osmanlı’nın başına gelen bu olsa gerek. Yeryüzünün en yüksek medeniyetini kurarak en büyük çöküşe maruz kaldı. Ki hâlâ toparlanamıyor/uz.
Bu çöküş birçok nesli içine aldı. Zamanın hızla aktığı bu süreçte farklı farklı nesillerin ortak bir özelliği oldu. İçinde bulundukları çağla hesaplaş-a-mamak!
Büyük bir medeniyet birden yok olmazdı. Büyük medeniyetlerin büyük adamları olurdu. Osmanlı’nın çöküş zamanları ve Cumhuriyetten sonra da oldu. Oldu ama onların hesaplaşmaları münferit kaldı. Bir nesli içine alacak kimliğe bürünemedi. Sokaklara inemedi. Çığlık oldu sadece. Yankısını kendinin duyduğu bir çığlık.
Ama hiçbir çöküş ilelebet devam etmez. Hele de çağa söyleyecek sözünüz varsa. Çağın sizin söyleyeceğinize ihtiyacı varsa. Kim inkar edebilir bugün modern/post modern çağın yeni bir söze ihtiyacının olduğunu? Yeni bir akıl tanımlamasına muhtaç olduğunu? Yeni kavramlardan terkip yeni bir dile gereksinim duyduğunu?
Bu söz nereden çıkacak peki? Modern/post modern çağı üretenlerden mi? Dünyayı kaotik bir manzaraya mahkum edenlerden mi?
Hiç sanmıyorum! Çünkü Batı yakasında yeni bir şey yok. Batı, saplandığı obskurantizmde ısrar ediyor hala. Tek hakikat olup, ebedi galibiyetiyle(!) toplumlara manipüle etmekle meşgul. Dünyaya nasıl bir cehennem armağan ettiğinin farkında olmadan hegemonyasına kavileştirmek peşinde. Numaraları artık sökmese de kendine olan inancı tam.
Batı başta olmak üzere bütün dünyayı bu heyuladan uyandırmak insanın asli görevi.
Hangi insanın?
Fıtri hafızasını yitirmemiş, Allah’ın yarattığı üzere yaşayan, insana bakarken bütün insanlığı gören, kompleksiz ve kaybolmamış insanın!
Nerede bu insan?
Nerede olduğunu bilmiyorum ama nasıl olduğunu biliyorum.
Bu heyuladan dünyayı uyandırmanın nasıl olacağı ortada. Bu ‘nasıl’ın peşine kim düşerse ‘nerede’nin cevabı oradadır. Ve ‘kim’ sorusunun.
Batı yakasında yeni bir şey olmadığına göre, ‘nasıl’ın peşinde düşecek olanlar belli.
Çinliler mi? Hayır!
Hintliler mi? Hayır!
Kadim Fars Medeniyetinin torunları mı? Hayır!
Ya Firavun’un(kaldıysa) evlatları mı? Hayır!
O zaman kim?
Müslümanlar! Elbette Müslümanlar!
Yeni bir sözü onlar söyleyecek. Biz söyleyeceğiz. Bizden başka kim olabilir? Hiç kompleksiz yeryüzünün bütün birikimine yaklaşıp senteze gitme ve hakikati yeniden üretme potansiyeli bizden başka kimde var. İçinde bulunduğu çağ başta olmak üzere, bütün çağlarla hesaplaşma yeteneği başka kimde var? Eşyayı okuma ve şeylerle hemhal olma biçiminin doğrusal bilgisi başka kimde var? İktidar, iktisat, sanat, siyaset, hukuk ve kelamın, iki şahidi sadıka(Kur’an ve sünnet) eşliğinde doğru bilgisi başka kimde var?
Kimse de yok!
Bizde var ama bizde de şöyle bir sorun var. Bizde “biz” yokuz.* Bir türlü kendimiz olamıyoruz. Kendimize dönemiyoruz. Neyi kaybettiğimiz hatırlayamıyoruz. Neyi kaybettiğimizi hatırlamanın bilgisini bile hatırlayamıyoruz.**
Bu yüzden çıkamıyoruz bu çağdan. Çıkıp yeni bir çağ açamıyoruz. Şerha şerha hakikati çağlayamıyoruz yeryüzüne. Kan pompalayamıyoruz hayata. Yüksek irtifalarda seyreden medeniyet düşleri göremiyoruz. Düşten düşünceye inkılap edip vücut veremiyoruz yeni bir sese. Çünkü kendimizde değiliz. Kendimize gelsek başkalarına da geleceğiz ama kendimizde değiliz.
Kendimize gelmeden çağımızla hesaplaşmamız mümkün değil. Her alanda ve her anlamda hesaplaşmamız mümkün değil.
Hâlbuki ne kadar ihtiyacımız var hesaplaşmaya. Gökdelenlerle, hamburgerlerle, istismar aletine dönüşen sanatla, pornografiye kurban giden sinemayla, hayatı ve her şeyi politize eden siyaset anlayışıyla, insanı sömüren iktisat politikalarıyla, tabiata tahrip ve rant için yaklaşan gözle, “insanı insanın kurduna” dönüştüren yaklaşımla, güvensizlik uçurumlarına insanı hapseden tecrübeyle, savaşı teröre, öldürmeyi katliama dönüştüren biçimle hesaplaşmaya ne kadar ihtiyacımız var. Hem de ivedilikle.
Bu hesaplaşmayı biz yapacağız. Fert fert biz yapacağız. Ne doğadan vahiy gelecek, ne gökten zembille bir usul inecek. Nasılı biz bulacağız. Âdem’e kadar köklere inecek ve insanı insandan eden bu çağla hesaplaşacağız. Çağın diliyle, fikriyle boğuşacağız. Çağa boğulmadan çağla boğuşacağız.
Baki selamlar!
*Bu tespit Yusuf Kaplan’a aittir. “Dünyanın yeni bir söze ihtiyacı var ve o sözü biz söyleyeceğiz ama biz yokuz” der Yusuf Kaplan.
**Hoca Ali Rıza ekolünden ressam Ahmet Yakupoğlu, “ öyle bir nesil geliyor ki, neyi kaybettiğinin bilgisini bile bilmeyecek” der bir sözünde…