İmanın, ahlakın, takvanın, ihlasın şahikasında seyran eden hakikat âşıkları çok daha yüksek bir perdeden bakıyorlar bu hayata.
Hasan-ı Basri hazretleri konuşsun:
– Bedir Harbi’ne iştirak etmiş 70 sahabinin sağlığına yetiştim. Kendilerini görüp tanıdım. Şu anda sağ olup vaziyetinizi görseler; sizin deli olduğunuza kanaat getirirlerdi. Ve insanların bugünkü ahvaline, yapıp ettiklerine şahit olsalar; hiç şüphesiz ‘’Bu adamlar hesap gününe inanmıyorlar!’’ buyururlardı. Yahut ‘’Bu adamların ahiretten nasibi yoktur!’’ derlerdi…
Her geçen gün bir öncekinden eşeddir, diyor kelam-ı kibar. Bir de şimdiyi düşünelim. Kendimizi, kendi düşüklüğümüzü tasvir edelim…
Hikmet ehlinin ürpertisi, sevinci, hüznü dahi bir başka.
Avam, cehennemden kendi nefsi için korkar, cenneti kendi nefsi için arzular. Büyüklerin kaygısı ise Cenâb-ı Hakk’a karşı mahcup olmaktır. Onlar cehennemden değil Allah’tan korkar. Cenneti, içindeki sonsuz nimetler için değil, rü’yet devleti ile şereflenmek olacağı için ister. Nitekim korkunun da sevginin de hasretin de hakikatine vâsıldırlar. Öyledir zira: Çok tanıyan çok sever, çok bilen çok korkar.
Bir derviş, Abdülhalık Gücdevani Hazretleri’ne şöyle der:
-Allah beni cennet ve cehennem arasında serbest bıraksa, cehennemi seçerim. Çünkü hayatım boyunca, nefsimle zıtlaşmayı kendime gaye edindim. Hep bu amaçla çabaladım. O halde, nefsin muradı cennet, Hakk’ın muradı ise cehennem olmaktadır…
Büyükler büyüğü olmaklığın nişanı ise şu müthiş cevapla parıldar:
-Yanlış düşünüyorsun. Söylediklerin de nefsin bir tecellisidir. Kulun tercihle, iradeyle işi olmaz. Neyi ol derlerse oluruz ve nereye git derlerse gideriz. Kul olmak, nefs ile zıtlaşmak böyledir. Doğrusu budur.
‘’İstemeyi istemem’’ diyene ‘’bu da istemektir’’ diyen Ebu’l Hasan Harkani hazretleri de aynı mana ikliminden rayihalar serpiyordu sanki… Kırk yıl boyunca kendine bir ekşi ayranı, bir soğuk suyu çok gören, nefsini dilediğinden mahrum bırakan o büyük irşad rehberi; aynı teslimiyet şuurundan bize bir mostra sunuyordu…
Mâlik bin Dinar hazretlerini anlayamayız mesela. Evinin bahçesine bir mezar kazdırıp her gece mezarın içine inmesini, gün doğana kadar orada taat ile meşgul olmasını; o ulvi yakîn derecesini anlayamayız.
Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazını kılan, geceleri yatakta uyumayı dahi kendine çok gören İmam-ı Azam hazretlerini bütün kıymetiyle idrak edemeyiz.
Kerametler, şunlar, bunlar…
Mahbûb’a (sevilenlere) ihsan olunan hikmetli harikaları üç beş bodur akıllıya harcatmak niyetinde değilim. Ne vakit aklı aşan bir harika doğursa; örtüsü düşmüş taze gelin gibi hicap duyan Hak dostlarını dilime dolamaktan da utanırım.
Fakat aklında biraz olsun kalp kırıntısı kalanlara da, Şah-ı Nakşibend hazretlerinden ışıldayan şu inceliği ifşa etmekten sakınmam:
-Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?
-Sırtımızda taşıdığımız onca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?
…
İşte biz o yükü taşıyamayız. O erdirici külfeti kaldırmaktan ve o kurtarıcı muhabbeti anlamaktan aciz kalırız. Evvela bunu kabul edelim…
Ne büyük müjde ki, hiçbirini yapamasak da ‘’sevmek’’ ihsanından kesilmemişiz. Hürmet etmek, sığınmak, vesile kılmak gibi; gücümüzün yeteceği bir vazifeye memur edilmişiz. En doğru visale en temiz yollardan ulaştıran gönül ve ilim ehlinin gölgesinde ferah bulmakla nimetlenmişiz.
Böyle bilelim.
Dilimizi kimlere uzattığımıza, çukur dimağımızı hangi zirvelerle kıyasladığımıza dikkat edelim.