Küreselleşmenin öncüleri bütün dünyada “tek-tip” olmayı önceliyorlar… Bunun, onlar için önemi var çünkü… Bunu yaparken de uluslararası hukuku ve onu korumakla görevli uluslararası kuruluşları aşmak, onlar nezdinde suçlanmamak için çeşitli yol ve yöntemler üretiyorlar…
İşte tamda bu noktada ya var olan terör gruplarıyla simbiyotik bir ilişki kuruluyor ya da yeni bir örgüt… Bu örgütler kendilerinden başkasına hesap vermeyen “barbar” bir tutumla, görevlendirildikleri bölgeyi istikrarsızlaştırarak dış müdahaleye açık hale getiriyorlar…
Yani aslında tam olarak bir “silgi” işlevi görüyorlar… Peki, bu silgilerle kimler neleri siliyor? Bu sorunun cevabı elbette çok girift bir irdeleme gerektiriyor; disiplinler arası bir yönü var çünkü… Bu yazının hacmi o derinliğe inemeyecek fakat muhtasar bir hat çizecektir…
Bölgeleri küresel tek-tipçilere hazırlayan terör örgütleri, maddi ve manevi bütün hafızayı önce bulandırıyor, sonra da siliyorlar… Yani orada yaşayan, kadim olan (otokton) insanları bir arada tutan bütün değerleri yapı-söküm yöntemiyle tartışmaya açıyorlar… Bu vesileyle geleneğini sorgulamaya başlayan nesiller, terör gruplarının propagandasının bir parçası haline geliyor ve geçmişlerine savaş açıyorlar…
Bir anlamda, küreselciler aslında hafıza silme işlemini toplumların içinden kışkırttıklarına, asileştirdiklerine yaptırıyorlar demek daha doğru olur…
“Küreselcinin bu ‘silme’ işleminden ne çıkarı var?” İşte bu soruya tam manada bir cevap verebildiğimizde zihniyeti çözmek mümkün aslında…
Gelenekleriyle yaşayan, onlara bağlı kalan toplumlar sanayinin seri üretimlerle tek-tip haline getirdiği ürünleri almazlar çünkü… “Çılgınca üretilenlerin yine çılgınca tüketilmesi” prensibine aykırı olan bölgesel ya da inançlara ait farklılıklar, bir “engel” olmaktan çıkarılmalıdır onlara göre…
Devasa sanayiye sahip, aynı zamanda ahlaki normları da olmayan devletler, uluslararası hukuka aykırı davranmak anlamına gelecek bir faaliyeti açıktan yapamazlar. Bu amaçla kurulan terör yapıları onlara arzuladıkları her türlü fırsatın zeminini sunar…
Bunun için özellikle son dönemlerde ki küresel çaplı terör yapılarına ve onların açtıkları/sildikleri alanlara kimlerin üşüştüğüne bakmak yeterlidir… El-Kaide, DAEŞ, PKK/PYD gibi yapıların hareket tarzlarına ve alanlarına bakmak çok çarpıcı bir cevap kapasitesindedir…
“Dalgın” toplumlar bu tip saldırılarla birlikte “silme” işlemine davetçi oluyorlar maalesef… İç kargaşalara odaklanarak dikkati dağılan sosyal doku, yağmacıları cesaretlendirir kuşkusuz… Nitekim saydığımız örgütlerin faaliyet alanları ve hareket kabiliyetlerindeki güçlenme dönemleri bizi bu gerçeğe götürüyor…
“Önce sil sonra inşa et” mantığıyla ortaya çıkan bu küreselci anlayış, dünyadaki bütün geleneksel yapıların, inanç ve kültür farklılıklarının karşısındaki en büyük tehdittir… Bu tehdit sadece Doğuyu değil Batıyı da etkisi altına almıştır…
O vesileyle insanlığın bir karar vermesi gerekir… Farklılıkların zenginliği mi, yoksa tek-tip bir dayatma mı? “Tek”e mecbur edilmek bir zulümdür… İnsanlık bu zulme direnebilecek mi? Krallardan aldığı özgürlüğünü bu defa da “gönüllü” olarak ya da gafletle küreselcilere devredecek mi?
İşin sadece ve en yalın olan damak tarafından baktığımız da bile şuna cevap vermek gerekir… Bir Suriyeli fastfood karşısında Halep Köftesini ya da Muhammarasını, Iraklı Biryani Plavını, bir Türk vaz geçemediği kebaplarını yemeklerini koruyabilecek mi?
Zira mesele, en basitinden en ulvisine kadar bütün farklılıklarıyla ve zenginlikleriyle bir vatanı koruma meselesidir…