İstanbul, yani Şehr-i Mübeşere. Fethiyle ve fatihiyle müjdelenmiş bir ümmet başkenti. Diyar-ı Sahabe, Şehr-i Enbiya İstanbul.

Napolyon Bonapart’ın eğer bütün bir dünyayı fethedebilseydim başkentini İstanbul yapardım dediği mümtaz belde.

Roma’ya Nova Roma, Bizans’a Konstantinopolis ve Osmanlı’ya Payitaht, Der Saadet, Darülhilafe, Asitane adlarıyla hizmet etmiş sultanlar, şairler, âlimler, âşıklar, enbiyalar, rüyalar şehri İstanbul.

Viyana kuşatmasının, Kosova bozgununun, 1453’ün intikamını kusarak Yeni Zelanda’da bir fukara mescitte her coğrafyadan Müslüman’ı acımasızca infaz eden caninin rüyalarını ve hayallerini süsleyen, kin ve nefretlerini besleyen Konstantinopolis. Yıkmadık tek bir minare dahi bırakmayacağız tehditlerinin muhatabı minareler şehri İstanbul. Batı Medeniyeti için bir Konstantinapol, Doğu Medeniyeti için bir İslambol, İstanbul…

İstanbul’un bir şehirden çok ötesi olduğunun farkına Hint Okyanusu kıyılarında vardım ilk. 94 Yerel seçimlerinin üzerinden henüz birkaç gün geçmişti. Yüksek Lisans yaptığım Pakistan’ın Karaçi şehrinde Cemat-i İslami Partisi’nin Karaçi teşkilatı ben ve birkaç arkadaşı Türkiye’de yapılan 94 yerel seçimlerini değerlendirmek üzere davet ettiler. Hem İstanbul’un hem Ankara’nın nasıl kazanıldığını oldukça merak ediyor ve heyecan duyuyorlardı. Partinin Karaçi teşkilatına gidip kısa bir seçim bilgilendirmesi yaptıktan sonra gelen ilk soru ile adeta sarsılmış ve şoklanmıştım: “Hilafetin başkenti İstanbul ile Cumhuriyet’in başkenti Ankara’yı aynı anda nasıl fethedebildiniz?” Bu soru binlerce kilometre uzaklarda Hint Müslümanları’nın İstanbul’u hâlâ nasıl gördüklerini, nasıl bir anlam yüklediklerini ve ne gibi bir önem atfettiklerini okumak adına muhteşem bir soruydu. Aradan geçen yüz yıla rağmen Doğu hâlâ kendini İstanbul’a ait hissediyor ve İstanbul’u bir duruş, direniş ve diriliş şehri olarak tanımlıyordu. Ve dahası hâlâ İstanbul’un bekasını kendi bekaları ile eşdeğer görüyordu.

Ey İstanbullu ve ey aziz Anadolu; İstanbul bir şehrin çok ötesidir. İstanbul bir direniştir. İstanbul yüzyıl aradan sonra bir yeniden diriliştir. İstanbul bir sebeb-i hikmet ve umut şehridir.

İstanbul, Sultan Abdülhamid ve İttihat Terakki kavgasının er meydanıdır. O günün İttihatçı ve Jön Türkler’i İstanbul’u düşürmek için “Hürriyet, hürriyet! Kızıl Sultan, Abdülhamid diktatör” diyerek İngilizlerden medet umuyor ve işbirliği yapıyorlardı. Bugünün ittihatçıları da “Recep Tayyip Erdoğan diktatör, Türkiye’de demokrasi tehlikede” naraları atıp yine ataları İngilizler önünde diz çöküp medet diliyorlar.

Ey payitaht ve aziz İstanbul! Emmanuel Karasular, Theodor Herzler ölmedi… Talat Paşalar semt semt, sokak sokak geziyor hâlâ Aşiyan’da, Saraçhane’de, Emirgan’da.

İstanbul gibi bir Payitaht şehrin belediye başkan adayı İngiliz Times gazetesine “Türkiye’de demokrasi tehlikede” demeci veriyor ise bileceğiz ki asıl tehlike de olan Payitaht’tır, Darülhilafe’dir, İstanbul’dur.

Mesele sıradan bir İstanbul meselesi değil ey ahali!

Mesele Olimpos Dağı’nın çocukları ile Hira Dağı’nın çocuklarının yüz yıllardır süre gelen ve bugün İstanbulun bağrında tecessüm etmiş hak batıl meselesidir.

Ey Ahali-i Dersaadet, aziz İstanbullu, İstanbul bir seçimden çok çok ötedir!.. Eyüplü’sü, Üsküdarlı’sı, Fatihli’si, Beykozlu’su, Kağıthaneli’si, Ümraniyeli’siyle bu muhteşem şehrin her bir sakini siz aziz İstanbullular şöyle kapatın bir gözlerinizi ve İstanbul düştüğünde yeryüzünde kimlerin sevinç çığlıkları atıp kadeh tokuşturacaklarını, kimlerin hüzün gözyaşları döküp yas tutacaklarını bir fikreyleyip düşünün…

Sonra gidip dilediğinize verin oyunuzu. Bilerek ve inanarak gönül rahatlığıyla basın mührünüzü dilediğinize…

Yeter ki, “Biz ne yaptık!” pişmanlığı duymayın!

Ve bilin ki, siz İstanbul’u seçimden ibaret bir şehir sandığınız gün zaten düşmüştür İstanbul, bitmiştir Dersaadet, yıkılmıştır Darülhilafe…

İstanbul bir şehirden çoook ötedir ey ahali. Uyan, uyan, uyan…