Yerin altındayız. Vagonun kapısı hesap ettiğim gibi tam önümde durdu. “İnenlere müsaade edelim!” uyarıları arasında herkes trene tıkıştı. İnemeyen bir kadına orta yaşta bir erkek ağzının payını verdi: “Öyle assolist gibi yürürsen inemezsin tabi!”

İlk binenler oturdu, sonrakiler somurttu. İnemeyen kalmadı, kapılar kapandı ama tren kalkamadı. Birkaç deneme daha… Her defasında açılan kapı onlarca yeni yolcuyu daha yutarak tekrar kapandı. Makinistin sesi duyuldu: “Teknik bir arızadan dolayı…” Kapılar açıldı, yolcular boşaldı, ilk binenler somurttu, sonrakiler tekrar ümitlendi.

Öncekiler, sonrakiler, son anda ittirip binenler derken, arkadan gelen trenin kapıları kapandı ve tren yerin altından denizin altına doğru hareket etti, hızlı gidiyoruz…

Başörtülü, spor ayakkabılı, kot pantolonlu, zayıf, çok zayıf genç kız parmaklarını parmaklarına geçirdiği oğlana şöyle dedi:

– Akşam evde arkadaşlarla gece yarısına kadar vizelere çalıştık.

İri kıyım, kaslı, esmer tenli, kotlu oğlan hafif şive ile cevap verdi:

– İlerde seninle evlenirsek falan bu arkadaşlarını eve almam bilesin.

Kızın parmaklarında yüzük yoktu. Üstelik oğlan şartlı cümle kurmuştu. Sonra Sirkeci istasyonunda bekleyen kalabalık bir daha ittirdi. Artık tren silme et oldu. Binemeyenler şikayetçi, içerdekiler tepkili: “Arkadan boş tren geliyor, ne bu acele kardeşim! Herkesin evinde yönetim kurulu toplantısı mı var!”. Tren tekrar hızlandı. Oldukça hızlı gidiyoruz…

Başörtülü kızla kara oğlanın ellerinden sonra bedenleri de birbirine kenetlendi. Kız oldukça rahat, oğlan biraz tedirgin. Bazı yüzler gergin. Oğlanın da parmakları boş. Üstelik kullandığı kalıp da “if clause”. Bana ne, sana ne, hüsnü zann, su-i zann, biraz iz’an…

Oturanlar arasında bir çift. Eller kenetli. Kız başörtülü, erkek gözlüklü, kirli sakallı. Erkek tespih çeker gibi kızın parmaklarını çekiyor. Kızın parmaklarında özentisiz bir tek taş yüzük. Oğlanın parmakları tertemiz. Biraz daha arttı hızımız.

Oturan başörtülü kızın tam karşısında, burnunun dibinde, ağzının içinde nerdeyse, davul büyüklüğünde bir göbek. Göbeğin sahibi; tıknaz, ellili yaşlarda, ak saçlı, özentisiz elbisesinden ve uyumsuz kravatından belli ki memur emeklisi.

Kızın yanında oturan oğlanın burnunun dibinde, ağzının içinde nerdeyse, orta boylu, kotlu, göğüs dekolteli genç bir kız. Gözlüklü oğlan tedirgin. Başörtülü, parmağı tek taş yüzüklü kız, ellerini ellerine kenetlediği gözlüklü oğlanın kulak memesinin altına, şefkatle mi yoksa şehvetle mi olduğu tartışmalı bir buse kondurdu. Başını oğlanın omzuna koyup gözlerini kapattı ve kabuğuna çekildi. Bazı yüzlerde endişe belirdi: “Ya nişan atılırsa!” Tren daha da hızlandı.

Üstümüzde boğazın serin sularının romantizmi ile çok hızlı yol alıyoruz.

Tren durdu, kalktı; hızlandı, yavaşladı. Biz tren değiştirdik. Vagonlar dolup dolup boşaldı. Donuk gözler, yorgun yüzler, mübalağalı gülüşmeler, lüzumsuz bağrışmalar, itişmeler-kakışmalar, telefonlar ama ille de telefonlar…

Reklam filmi dönüp duruyor:

“Metro ile daha güvenli, daha dakik daha hızlı!” diyor.

Sonra son durağa vardık. Kartal istasyonunda tren herkesi boşalttı. Tabelaları okuyarak gün ışığını aradım. Sonra yürüyen merdiven yukarı tırmandı. Arka fonda araba sesleri, uğultu, tren raylarının gıcırtısı… Merdivenin sonunda kafamı çevirip ufka baktım: Karanlık!

Saate baktım: Hızlı gelmişiz!

Hadis nasıldı? “Mezar ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olur!” mu?

Dostlar!

“Yerin altından” toprağın üstündekilere kara haberlerim var.

En kestirme yol, en engin bir mezar.