İslâm dünyası, yaklaşık iki yüz yıldan beridir, modern yaklaşımlar nedeniyle bir sapmanın pençesinde…

Yenilikçilik (teceddüt değil), modernizm, bilimsellik ve akılcılık söylemlerini iddialarının merkezine koyan bu yaklaşımlar eliyle Müslümanlar, uzun süren bu kaosa mahkûm edilmişlerdir adeta.

 *

Dünyayı iliklerine kadar sömürmek maksadında olan Batı’nın, bilimsel ve teknolojik gelişmeler vesilesiyle ürettiği soykırımcı materyalist ideoloji, İslâm âlemini de bu kompleksli kesimler marifetiyle kendisine ram etmeyi bilmiştir doğrusu…

Sonrasında, bilimsel tezler vahyin, yeni icatlar geleneğin, yeni ideolojiler mefkûrenin ve çadır tiyatrosu da bedii sanatların yerini aldı ne yazık ki.

 *

Bidayette, ‘İslâm bilimselliği reddetmez’ mantığıyla başlayan mezkûr dönüşüm sürecinin özneleri, bilimsellik ve akılcılıkla çatışan tüm kadim unsurlarını ve değerlerini, doymak bilmeyen bu canavara kurban vermekte asla tereddüt etmedi.

Yeri geldi vahiy sorgulandı, yeri geldi Peygamber’e  (sav) -hâşâ ve kella- bir postacı muamelesi yapıldı…

İman eden insanların iki gözünden aziz bu değerlerle çatışmaktan imtina etmeyenler, elbette ki sahabeyi, ulemayı ve geleneksel olan tüm değerleri ceffelkalem silecekti.

Nitekim öyle de oldu.

 *

Sorumlu, yetkin ve donanımlı bir münevverin yapması gereken, kadim olanı keşfetmekti. Oysa bahsi edilen hususiyetlere sahip olmayan yeni tarz aydınlar, bu zorlu yola girmektense kolay ve ucuz olanı tercih ettiler ve ‘va’zı ceditle’ yani modern bir söylemle (tabirimi lütfen mazur görün) arka kapıdan usulca çekip gitmeyi uygun buldular.

Girilen bu ‘yeni’ yol, yol değildi. Zira ‘sabite’ diye nitelendirdiğimiz imanî unsurlar başta olmak üzere tüm değerler tam bir sorgulama süzgecinden geçiriliyordu.

Evrim teorisinin yaratılışa tercih edilmesinden tutun da, gündelik hayattaki sıradan bir âdete varıncaya kadar insafsız bir sorgulamaydı bu…

Zihinleri işgal eden Batılı düşünüş tarzının bir sonucu olsa gerek, tıpkı bir engizisyon hakimi gibi asıp kestiler!

 *

Falanca şirktir, asın!

Filanca hurafedir, kesin!

İşin tuhafı, onların şirk ve hurafe diyerek idam etikleri değerlere, İslâm düşmanı Batıcı zihniyet, ‘bilim ve akıl dışı’ suçlamalarında bulunuyordu öteden beri.

Aynı hedefe, farklı yerlerden yapılan kamikaze saldırılar…

Gerçi ‘farklılığın’ hangi ölçüde ve nasıl olduğu tartışılır ya, o bahsi diğer… 

Meselenin en acı veren tarafı, ileri sürülen tezlerin, Müslümanların mutluluğunu intaç edecek formüllerden ziyade İslâm düşmanlarını memnun ve ikna (!) edecek bir hüviyet taşıyor olmasıdır açıkçası.

Gün yok ki, anılan meseleye dair, duymaktan artık gına getirdiğimiz bir spekülasyonla arz-ı endam etmesinler…             

 *

Rasyonalitenin ve objektivitenin mutlak surette belirleyici olduğu bilimsellikle, imanın ve itikadın anlamlandırdığı İslâmîlik arasında kalmak!

Tam bir iki arada bir derede durumu…

Bir yanda imanın öngördüğü sabiteler, diğer yandan bilimin emrettiği akılcılık…

İşte bu yüzden ‘İslâm akıl dinidir’ saçmalığı üretilmiştir.

İşte bu yüzden aklın asla kavrayamayacağı İslâmî hakikatler hurafe suçlamasına muhatap kalmıştır ve sırf bu nedenle ‘İslâmî ilimler, İlahiyata’ dönüştürülmüştür.

Zira İlahiyat, sonuç itibarıyla ‘teolojiden’ ibarettir! Yani modern bilim içerisinde kendisine bir alt başlık payesi verilmiş olan sosyal bir olgu, hepsi bu!

 *

Bunun adı indirgemeciliktir ve ilahiyatçılarımızın birçoğu maalesef bununla iftihar etmede…

Kur’an’ın tanımladığı aklı çalıştıramayanlar, bilimselliğin zebunu olmuş zavallı modern akılla dini yeniden tanımlama çabasına girişmiş (?) akılcılığın, kendine fayda vermeyen mantığıyla İslâmî meselelere izah getirebilmesi mümkün mü?