Modern mimarlığın mottosu, Louis Sullivan’ın “Biçim işlevi takip etmelidir” sözüdür. Bu söz ve içerdiği anlam o kadar etkili olmuştur ki, mimaride “Uluslararası Üslup” denilen anlayışı doğurmuştur.

Bu anlayışa göre işlev mimarinin Arşimet noktası olmuş, öz ya da biçim denilen şey fonksiyona göre şekillenmiştir. Barok ve Rokoko’nun ağdalı dili terk edilmiş, süsten arındırılmış binalar arz-ı endam eder olmuştur. Bugün ruhsuz apartmanlar dediğimiz ve devamlı eleştiregeldiğimiz gökdelenler (gökdelenler spekülatörlerin icadı olsa da fonksiyonun her şeye egemen olması asıl sebeptir) bu anlayışın sonucudur. Louis Sullivan’ın niyeti iyi olsa ve o niyete göre binalar yapsa da Pandora’nın kutusu açılmış ve binalardaki önü alınamaz yükseliş başlamıştır.

İşlevin bu kadar ön plana geçmesi Avusturyalı mimar Adolf Loos’un başını döndürmüş ve süslemeye karşı savaş açmasını sağlamıştır. Onun “Süsleme Suçtur” makalesi mimarlık tarihinin en sansasyonel metinlerinden biri olmuştur. Bu makalesinde yazdıklarını hayata geçirir nitelikte inşa ettiği ‘Michaelerplatz Meydanı’ndaki binası da mimarlık tarihinin en çok konuşulan eserlerinden biri olmuştur.

Batı’nın kendi tecrübesi itibariyle mimarideki ağdalı dile karşı savaş açmasını anlıyoruz ama bundan bize ne? Bize ne Sullivan’ın sözünden? Bize ne Adolf Loos’un makalesinden?… demek geliyor insanın içinden. Ama diyemiyoruz. Çünkü o kadar saplandık ki bu çukura… Batı nedir? Biz kimiz? Uluslararası üslup nereye düşer? Biz o ulusların arasında mıyız? Değilsek neredeyiz?

Kedimizi unuttuk. Dolayısıyla onların şarkısını söylüyor ve onların dansını yapıyoruz. Bu bataklıktan çıkmadığımız sürece de bu böyle devam edecek.

Neden burası bataklık?

Çünkü bize uymuyor. Daha doğrusu insana uymuyor. Batı’nın biçimi ikinci plana itmesi normalken bu durum bizim için hiç normal değil. Bizim için biçimle işlev arasında ontolojik bağlamda hiyerarşik bir durum yoktur. Biri diğerine üstün olmadığı için bir takib durumu da söz konusu değildir. İkisi de eşittir, ikisi de değerlidir. Biçim fonksiyondan ari değildir. Ayrı bir şey değildir. Biçimin de işlevsel bir tarafı vardır. O da işe yarar. Onun da insana yararı ve zararı söz konusudur. Çünkü insan psikolojik bir varlıktır. Nesnelerle duygusal ilişkiler geliştirir. Biçim insan için gözden daha fazla yere değer. O kadar ki insanı ele geçirip içine alan bir tarafı vardır. Sihirli bir dile karşılık gelir biçim. Hayat kurtarır. Hayat-memat meselesi kadar önemlidir bu yüzden. Eğer bugün içinde yaşadığımız evler, çalıştığımız iş yerleri, bürolar, rezidanslar bizi mutlu kılmıyorsa biçimsizliğindendir biraz da. Biçimlerinin hem gözümüze hem de kalbimize iyi gelmemesinden. Renklerden şekillere içimizdeki güzellik dürtüsünü doyurmamasından. Kısaca bize uymamasından, kendisiyle uyum sağlayamayışımızdan, ünsiyet kurup bütünleşemememizden.

Neden?

Çünkü fazlasıyla kübik bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Sert hatların hakim olduğu, insana sıcaklık hissi vermeyen, çatışma hissi doğuran, oval formlardan köşeli sert mekanlara bütünleşme, kendini ve birbirini tamamlama imkanı vermediğinden. İnsanın kendiyle yaşadığı yer arasında tezada düşmesinden. Yaşadığı mekanlarda kendisini bulamamasından.

İlhami Atalay’ın “İslam ve Sanat” isimli kitabında yer alan aşağıdaki satırlar, söylediklerimize referans olur niteliktedir:

“İnsan, yuvarlak ve basık formlardan (eğri çizgilerden) yaratılmıştır. Fıtratına uygun olarak da yuvarlak biçimlere zaafı vardır. Eskilerimiz kubbeli binaları inşa etmişler. Zamanımızda dikilen beton binalar köşeli ve estetikten uzak, şekiller ruh sağlığına zarar veriyor, basık tavanlar insanları tımarhanelik ediyor. Eğer gök kubbemiz yüksek ve yuvarlak olmayıp, düz, basık ve alçak olsaydı insanoğlu çıldırırdı. Henüz delirmemiş olanlarımız varsa, basık tavanlı dairelerinizden çıkıp boş arazilerde gezinip derin nefes alsınlar. Ara sıra göklere baksınlar…

Şekillerin insan ruhu üzerinde, derin psikolojik etkileri vardır. Tabii şekiller, insan ruhunu rahatlatırken, köşeli biçimler insanın sinirlerini tırmalamaktadır.”

Bunun doğal sonucu nedir? İnsanın kendine yabancılaşması. Fıtratından uzaklaşması.

Bugün yaşamıyor muyuz bunu? Her gün biraz daha sert ve köşeli insanlara dönüşmüyor muyuz? Biraz daha agresif, kendini gösterme ya da baskın çıkmaya dönük karakterler olmuyor muyuz? Başkalarını görme, anlama, onların yerine kendini koyma gibi eylemler yerine, kendimizden çıkamama, kendimizde hapsolmanın dozu giderek artmıyor mu? Bir Batılı ya da Doğulu birbirinden hal, tavır itibariyle ayrılırken bir zamanlar, günden güne birbirimize benzemiyor muyuz? Mimarideki “Uluslararası Üslup”ta olduğu gibi insanlar da uluslararası bir tipe dönüşmüyor mu? Müslümanca bakmanın, görmenin, davranmanın ahlakını günden güne yitirerek biz de kübik karakterlere benzemiyor muyuz?

Bu soruları hangi milletten kime sorsak bugün, benzer cevaplar verecektir. Doğru, haklısınız diyecek, ama elden ne gelir diye de ekleyecektir.

Elden ne gelir demek bile insanın kendine yabancılaşmasıyla ilgilidir. Halbuki insan dünyayı değiştirme gücüne sahiptir. Hatta bunu yapabilecek yegane varlıktır. Bunun için hemen harekete geçmeli ve biçimsiz binalardan kurtulmalıdır. Tek başına yapılamayacak bu iş için bir araya gelip örgütlenme ve bu durumu kişisel dertlerden çıkararak devrimci bir ruha dönüştürmek gerekir.

Böylesi bir harekete dair elimizde yeterince birikim var. Nereden nereye geldiğimizi bize anlatacak malzeme de. Neyi kaybettiğimizi hatırlamamız bunun için yeterli. İşlev açısından olduğu kadar biçim açısından da ihtiyaçlarımızı karşılayan, gördüğümüzde bizi tebessüm ettiren, karşısında bazen coştuğumuz, bazen eridiğimiz meskenleri kaybedeli fazla olmadı. Abidevi olanları da dimdik ayakta duruyor.

Onlara geri dönmemiz reel görünmüyor belki ama daha ne kadar reelin boyunduruğu altında ideallerimizi yitireceğiz. Daha ne kadar reel-politiğe ya da konjonktüre kendimizi, insanlığımızı kaptıracağız? Buna bir dur demek gerekmez mi? Buna karşı kazan kaldırmak gerekmez mi? Bizi biçimden, dolayısıyla işlevden yoksun dairelere tıkıştıranlardan ve onların ait olduğu zihniyetten hesap sormak gerekmez mi? Ruhsuz binaları icad edenlerden, onları fütursuzca inşa edenlerden hesap sormak gerekmez mi? Bize biçimsiz mutluluklar, dolayısıyla mutsuzluklar satanları doğduklarına pişman etmemiz gerekmez mi?

Birçok kişi diyecek ki, bunca devrim dururken biçimsel devrim ne ola?

Ben de onlara derim ki, Tito’nun Saraybosna’da yaptığı kümeslerin benzeri binaların içinde mutlu olacak ve sanrılarınızın kölesi olmaya devam edecekseniz size katılıyorum. Ama ya sanrılar yerine hakikatler size yön verirse. Ya da muhkem zeminini kaybetmemiş ve Arşimet noktası aşk olan insanları ne yapacaksınız?

Gerçi bunu anlamak için dairelerinizden dışarı çıkmanız gerekmekte. Başınızı kulübelerinizden çıkartıp yukarı kaldırmanız ve güneşle halleşmeniz gerekmekte. Yoksa asla anlamayacaksınız biçimin önemini ve asla istemeyeceksiniz biçimsel devrimi!

Baki selamlar!