“Bir yazar/şair kendine şu soruyu daima sormalı: Yazdığım metin okurla ruhsal iletişim-akrabalık kuruyor mu? Metinden okura, okurdan metine bir kalbi cereyan oluyor mu? Olmuyorsa niçin?..”

Özellikle bir-iki vurguya iyi bakalım.

O soruyu ‘daima’ sormalı…

‘Kalbi cereyan’…

Doğru sorular daima, sürekli olarak, her zaman sorulmalı.

Ki ancak o zaman sözü edilen ‘kalbi cereyan’ oluşsun.

Buradaki kalbi cereyanı moda tabirle -hadi- ‘elektrik almak’ biçiminde de okuyabiliriz.

Bu tespit sadece bir edebi metinle okuru arasındaki durumu karşılaştırmak için kullanılamaz.

Yapıp ettiğimiz bütün iyi / yararlı işler için de kurgulayabiliriz.

Karacaoğlan bizim, Şeyh Galip bizim, Nazım bizim, Necip Fazıl bizim, Attila İlhan bizim, Akif bizim, Hasan Hüseyin bizim, Mahzuni bizim, Neşet bizim…

Hepsi bizim…

Üçüncü köprü bizim, üçüncü havaalanı bizim, Osman Gazi, Yavuz Selim köprüleri bizim…

Manhattan veya New York’a elli yıl boyunca hayran hayran bakan…

Beyazperdede bu şehirlerin havadan görüntüsünü ağzı sulanarak izleyen göz, İstanbul’a bakarken acaba neden acımasız eleştiri kılıcıyla herkesi doğrar?

“Ama betona boğdular bizi aga” der.

Daima iyiden, gelişmeden yana ise kendi şehriyle –her şeye rağmen- neden gurur duymaz?

Bir ABD’li, bir İngiliz, bir Fransız, bir Avusturyalı kendi ülkesine yapılan hangi büyük yatırıma ‘istemem’ der ki?

O halde biz neden ‘hayır’ deriz?

Herkes ölçüsüz, insafsız betonlaşmaya karşı durmalı… Bu bir insanlık görevi…

“Bizim oralar eskiden hep dutluktu” diyen biri kıyamete kadar oraların dutluk olarak kalacağına inanır mı?

Eğer İstanbul’da yaşıyorsan…

Şile’ye, Ağva’ya, Polonezköy’e, Garipçe’ye…

Ya da Kaz Dağları’na, Asos’a, Spil’e, Harran’a, Yenice’ye, Akbük’e, Çambaşı’na…

Ne bileyim memleketin harika diyarlarına gidebilirsin.

Eski Türkiye’nin, burnundan kıl aldırmaz sözüm ona çevreci yazarları…

Ege kasabalarında aldıkları yağhaneleri önce villa yaptılar, sonra utanmadan bir de sahile iskele çıktılar.

Çevre, mimari, estek-köstek mavrası sıkanların neredeyse tamamı bunlar.

Neden? Çünkü kendi pisliklerini örtmek için dikkati kendilerinden uzaktaki en büyük noktaya çektiler.

İskelede, güneşe karşı şezlonglarına uzanıp…

Ellerinde kadehleri, Vivaldi’nin “Nulla in mundo pax”ını dinlerken…

Memleketin canına okudular. Hatta memleketin canına okuyanların treninde yolculuk yaptılar.

Ama şimdi sesi en çok çıkanlar yine onlar! Çok şaşılası bir durum…

Daima sorulması gereken soru şudur: “Yazdığım yazı, yediğim halt okurumla ruhsal iletişim kuruyor mu? Metinden okura, okurdan metine bir kalbi cereyan oluyor mu? Olmuyorsa ben nerde yanlış yaptım? Niçin?..”

Veya şudur: “Yıllarca sınıf bilinci… Burjuva… Seçkincilik… İdeolojik kamplaşma… Baskı… Bir yığın şey eveleyip geveledik. Buğday ithal edip iPhone satan bir ülke olma konusunda hiç kafa yormadık. Neden, niçin?..”