Önceki yazımda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantılarında konuşulanlardan ve bu meyanda teşkilatın sorunlarını yüksek sesle dile getirenlerden bahsetmiştim. Bu tür eleştirileri duyabilmenin insanlık adına hayırlı bir gelişme olduğunu da belirtmiştim. Ancak özellikle peş peşe gelen siyasi sorunların üstünü kapatıverdiği bu açıklamalar yeterli değildir. Bu toplantılardan yaklaşık bir hafta sonra, medyanın bize her gün aktardığı binlerce haber karşısında BM teşkilatına yönelik eleştirileri unuttuğumuzu görüyoruz.

Dünya küçük bir köydür. Ancak bu köy pratikte orman kanunuyla yönetilmektedir! Zira bu köyde güçlü olan istediğini yapmakta ve yaptığından hesaba çekilememektedir. Zayıf ise hakkını alamamakta ve hukukun korunmasından da yararlanamamaktadır. Bu gibi pek çok örnek vermek mümkündür…

Bu uluslararası gerçeklik Allah Rasulü’nün şu hadisini hatırlatmaktadır: “Sizden öncekiler şu sebepten dolayı helak olmuşlardır: Aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını uygulamayıp zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygularlardı.”[1] Allah Rasulü bu sözünü kişisel bir görüş olarak ifade etmemiştir. Bilakis tarihe dayanarak (bu çıkarımı yapmış ve) ifade etmiştir. Adeta şöyle demiştir: Tarihin bize söylediği şudur ki; bu şekilde (çifte standartla) davranan toplumlar, kendilerinden öncekilerin helak olması gibi helak olup gideceklerdir.

Ne acı bir vakıadır ki Amerika’nın Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM/ICC: International Criminal Court) -bazı Amerikalıları muhakeme etme konusundaki ısrarı sebebiyle- yaptırım uygulamakla tehdit ettiğini görüyoruz! Keza mahkemenin hâkimlerini de kovuşturmakla tehdit etmiştir! İşte bu şekilde her ihtiyaç duydukça uluslararası meşruiyetin dışına pervasızca çıkabilmektedir. Rusya da ondan farklı değildir, aynı pervasızlık onda da vardır. (Bu iki ülkenin uluslararası hukuku hiçe sayan uygulamalarına) Vietnam, Afganistan, Irak, Nikaragua ve Sudan’da… şimdilerde ise Suriye ve Filistin’de yaşananları örnek verebiliriz.

Bu ülkelerin tasarrufları Firavun düzeninin çağdaş bir kopyasını oluşturmaktadır. Nitekim “firavun” kelimesi bir şahsın adı değildir, bilakis tüm tiranların ortak adıdır. Onun hikâyesi ve sözleri Kur’an’da sıkça tekrarlanmaktadır. Bu durum ise tiranlık probleminin ne kadar önemli bir problem olduğunu göstermektedir:

“Ama o (Firavun), yalana sarıldı ve karşı geldi. Sırt çevirdi ve işe girişti. Herkesi topladı ve haykırdı: “Sizin en yüce sahibiniz benim!” dedi!” (Nâziât 79:21-24). Keza; “Firavun dedi ki: “Size sadece kendi gördüğümü gösteriyorum. Size sadece doğru yolu gösteriyorum!” (Ğâfir (Mümin) 40:29). Keza dedi ki: “Ey devletliler! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyordum!” (Kasas 28:38). Keza dedi ki: “Hele benden başka birini ilah (tanrı) edin, (o vakit) seni zindanda çürütürüm!” (Şuarâ 26:29). “Benden izinsiz ona inandınız, öyle mi? Demek ki size bu sihri öğreten büyüğünüz oymuş. Öyleyse ben de tereddüt etmeden ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Hangimizin azabının daha ağır/ daha kalıcı olduğunu iyice öğreneceksiniz!” (Tâhâ 20:71). Onlara göre firavunların/ tiranların izni olmadan iman etmek hiç kimse için caiz değildir!

Gerçek şu ki, tarih bize imtiyaz sahiplerinin kendi ayrıcalıklarını gönüllü olarak terk etmediklerini, dolayısıyla bu değişim için insan emeğinin gerekli olduğunu göstermektedir. İşte bundan dolayıdır ki Allah’ın, (nebisi) Musa’ya şöyle emrettiğini görüyoruz: “Firavun’a git! O, haddini aştı. Ona de ki: “Kendini arındırıp geliştirmek hakkındır, değil mi? (Bir Elçi olarak) Sahibine giden yolu sana göstereyim; kendine çeki düzen verirsin.” Arkasından ona en büyük ayeti de gösterdi.” (Nâziât 79:17-20).

İmtiyaz sahipleri problemine ilave olarak insanların yeni fikirleri kolayca kabul etmemeleri ya da alaya almaları ve atalarından tevarüs edegeldikleri alışkanlıklardan hoşnut olmaları da problem oluşturmaktadır: “O (nebi), bütün ilahları (reddedip) bir (tek) ilah olduğunu mu iddia ediyor? Doğrusu, bu çok tuhaf bir şeydir!” (Sâd 28:5). Allah’ın elçilerini alaya almışlardır: “Yazık böyle kullara! Kendilerine bir elçi gelmeyegörsün, hemen (tahfif edip) alaya alırlar!” (Yâsîn 36:30). Keza kınamışlardır: “Biz, yeni itikatların hiçbirinde böyle (bir iddia) duymadık! Bu, (fani bir insanın) uydurmasından başka bir şey değildir!” (Sâd 28:7).  Ya da enbiyayı cinnet geçirmekle suçlamışlardır: “Hep öyle oldu; daha önce de hangi elçi gelse ya ‘büyücü’ ya da ‘cinlerin etkisine girmiş’ dediler.” (Zâriyât 51:52).

Alışkanlığa dönüşen bazı önermeleri eleştiren insanlar da aynı tepkiyle karşılaşır. Mesela veto hakkını(!) eleştirenlere şu minvalde tepkiler verildiğini duymaktayız: “İmkânsız… Bu olgu aslâ değiştirilemez! Alternatifiniz nedir? Bütün ülkelere veto hakkı mı vereceğiz?”

Peki akıllarda kök salmış olan bu imkânsızlık fikrinin sebebi nedir? İnsan hakları ve demokrasi söylemlerini yüksek sesle dillendiren insanların ve ülkelerin çokluğuna rağmen uluslararası düzendeki (BM teşkilatındaki) çarpıklığı eleştirenlerin sayısı neden bu kadar azdır? Veto hakkını reddedenlerin seslerini neden yeterince çok sayıda ve gür şekilde duyamıyoruz?

Bunun cevabını sonraki yazıda vermeye çalışacağım, inşâllah.

Çeviri: Fethi Güngör

[1] Hz. Âişe validemizden nakledilen hadisin tamamı şöyledir: “(Kureyş kabilesinden bir grup insan, hırsızlık yapan Fatıma adlı bir kadını affetmesi için aracı olduklarında… Resûlullah (sav) ayağa kalkarak hutbe okudu ve Allah’a gerektiği gibi sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Sizden önceki insanların helak olmalarının sebebi, aralarında ileri gelen (zengin) kimseler hırsızlık yapınca suçun cezasını vermeyip zayıf (ve fakir) kimseler hırsızlık yapınca ceza uygulamalarıdır. Bu canı bu tende tutan (Allah)a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsa, onun da elini keserdim!” (Müslim 4411, Hudûd 9)”. Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1. Baskı, 7 cilt, DİB. Yayınları, Ankara 2014, 3/536-537. , 10.06.2017.