Hükümet sistemi tartışmaları, zaman zaman küllense de, Türkiye’de gündemden hiç düşmeyen konular arasında yer almaktadır. Özellikle siyasetçilerin yaptıkları açıklamalarla alevlenen bu tartışmalar sadece kamuoyunu değil, akademik çevreleri de uzun süreden beri meşgul etmektedir.
2000’li yıllardan sonra ABD’de Obama, Rusya’da Putin tarafından estirilen değişim rüzgârlarının Türkiye’deki ismi Recep Tayyip Erdoğan olmuş, Cumhurbaşkanlığı’na Abdullah Gül’ün gelmesiyle de değişim ivme kazanmış, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum ile de Türkiye’de değişim süreci perçinlenmiştir.
Hepimizin bildiği gibi Anadolu coğrafyası bir kilimin motifleri gibi her renk ve dinden insanın kendi kültür ve inanışlarıyla harmanladıkları ortak bir medeniyet havzası olarak anılmıştır. Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan Türkiye; aynı zamanda coğrafi olarak Doğu’dan Batı’ya farklı etnik ve dini grupların yaşam bulduğu ülkelerle çevrilidir.
Tarih boyunca Anadolu başta olmak üzere Balkanlar, Mezopotamya ve El Cezire bölgesi kendi iç dinamiklerinden beslenen, etnik ve dinsel çeşitliliğin uyumundan ortaya çıkan kaotik bir düzene sahip olagelmiştirler. Bugün Anadolu, Balkanlar, Mezopotamya ve el Cezire bölgesinde yaşanan tüm sıkıntıların temel sebebi bu coğrafyaların temel dinamiklerini belirleyen şartlara uygun olmayan dış müdahale ile şekillendirilen yönetimsel modellerdir. Coğrafyanın temel şartlarına uygun, çok dilli, çok dinli ve etnik kökenli yönetimsel düzen iki yüz yıllık düzensizliği aşabilmenin yegâne yoludur.
Yeni bir anayasa ve bu anayasa eksenli tartışılan Başkanlık Sistemi’nin bir de yukarıda ifade etmeye çalıştığımız kaotik düzen ekseninde düşünülmesi gerektiği inancındayım. Milletimiz kendi şartlarımıza uygun yönetim modelini yeniden el birliğiyle kurabilecek iradeye sahiptir. Kurulacak sistemin adının ne olacağının da önemi yoktur. Asıl olan iki yüz yıldır yaşadığımız yönetimsel arayışı kendi iç dinamiklerimizi merkeze alarak şekillendirebilmektir.
1982 Anayasası ile Türkiye, 1909 yılından itibaren ilk kez, hukuken, Yarı Başkanlık Sistemi’ne doğru bir eğilim içine girmiştir. Ama Bakanlar Kurulu’nun hükümetin genel siyasetinden sorumluluğu, Meclis’ten güvenoyu alma zorunluluğu, parlamento önünde kolektif ve bireysel sorumluluğu rejimin parlamenter niteliğini açıkça belirtmektedir.
Uzun bir Parlamenter Sistem deneyimi olan Türkiye’de sistemin yaşadığı kronik sorunlar ve yönetsel krizler Parlamenter Sistem’e alternatif model arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Başkanlık Sistemi, özellikle son çeyrek asırda birçok devlet adamı ve akademisyen tarafından parlamenter sisteme alternatif olarak sunulmuştur.
140 yılı aşan Parlamenter Sistem deneyimimizin terk edilerek yeni bir sistem uygulamamızın ve bizim siyasi ve kültürel alt yapımıza ne kadar uyabileceği iyi hesap edilmelidir.
Parlamenter rejim geleneğinden gelen Türkiye’de siyasi uzlaşma kültüründeki eksiklik, siyasi istikrarsızlık, yasama organı üyelerinin etkisizliği, yürütme organının sorumluluğunu harekete geçirme yollarının zayıflığı eleştirileri üzerinden mevcut siyasi sistemi değerlendirmek gerekmektedir.
Yapılması gereken, tüm siyasal parti temsilcilerinin, akademi dünyasının, iş dünyasının, emek dünyasının, STK’ların katılımıyla geniş bir anayasa kurultayı toplayıp, bunun en az bir yıl çalışması, bu çalışmalarda başkanlık rejiminin de tartışılmasıdır. Böylece ortaya sivil, demokratik bir anayasa taslağı çıkarılır, bu daha sonra Meclis’te tartışılır son şekli verilir ve referanduma götürülür.