BULGARİSTAN
‘’Kollarımı o kalın sicimle arkama kat kat bağladı. Başıma da bir maske geçirdi. Maskenin hava alıp vermeye yarayan bir hortumu vardı. Maske başıma geçirilince dünyayı iki gözlükten görmeye ve hortumdan gelen hoş bir havayı teneffüs etmeye başladım. Tam bu sırada birden ateş düşmüş gibi bir hal oldu. Teğmen elektrik cereyanını salmıştı. Kafamın mor alevler içinde cayır cayır yanmakta olduğunu hissediyordum. Sade kafam değil, bütün vücudum yanıyor! Dişlerim birbirine çarptıkça feryad-ü figanım ayyuka çıkıyordu. İnsafsız kefere zerre kadar vicdan azabı duymadan beni diri diri yakıyordu….’’
Yukarıdaki satırlar rahmetli İslam âlimi Ahmet Davudoğlu hocanın Ölüm Daha Güzeldi adlı eserinden. Ben eski baskısını okumuştum yenisi Hece Yayınları’ndan çıkmış. Davudoğlu hoca bu eserde Bulgaristan hatıralarını anlatıyor. 1949 yılında Türkiye’ye göç ediyor ama burada da sıkıntılı günler yaşıyor. Bu isim eski Başbakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile karıştırılmasın, eski Başbakanımız aslen Konyalıdır. Eski başbakanımız Davutoğlu’nun da Filebe ile ilgili bir hatırasını sizinle paylaşmak istiyorum. Aklımda doğru kaldıysa hoca Filibe’de bulunduğu sırada namaz kılmak üzere Osmanlı döneminden kalma tarihi bir camiye yönelir ancak caminin bir bar olarak işletildiğini görünce çok hüzünlenir içinden namazı kılamıyorum bari namaz süresince burada nöbet tutayım diye kapıda bekler. Daha sonra ben de gittiğimde bu tarihi mekânın bar olarak işletildiğine ben de şahit oldum.
Rahmetli hocanın hatıralarını yıllar önce okuyunca günlerce tesirinde kalmıştım. Eşrefi mahlukât olarak yaratılan insan azınca aşağıların aşağısı oluyor maalesef.
Dünyanın birçok ülkesi gibi Bulgaristan ‘da komünizm belasını uzun yıllar yaşamak zorunda kalmış bir ülke. Komünizmin en büyük sıkıntısını ülkenin yarısını oluşturan Türkler çok yoğun yaşamıştır. Belene kampları Türklere yapılan işkencelerin sembol yerleriydi. Komünizmin tanıtım kampanyası o kadar başarılı idi ki; yanı başımızda nüfusu 7-8 milyonu geçmeyen ve de yarısı Türk olan bir ülkenin bizi kısa zamanda işgal edeceği korkusuyla yaşadık. Yoksa bu da kapitalist emperyalistlerin bir propagandası mıydı? Komünizm döneminde Bulgaristan’ın Sesi Radyosu sürekli Türkçe komünizm propagandası yapardı. Bulgar sporcular uluslar arası yarışmalarda büyük başarılar sergilerlerdi. Özellikle güreş sporunda isimlerinden Türk olduklarını anladığımız soydaşlarımız bizim güreşçilerle karşı karşıya geldiğinde içimiz cız ederdi. İkisi de bizim hangisini destekleyeceğiz diye televizyonlar başında uzun yorumlar yapardık. Bulgaristan’da Türkler 1989 yılında Todor Jivkov zamanında adları değiştirilerek yurtlarından sürüldüler. Bu Jivkov gavuru Müslümanlara büyük eziyetler etti. O dönem 300 bin civarında Türk ülkemize geldi. Bu insanlar gelmese idi belki de nüfus dengesi değişecekti.
Bulgaristan göçünün sembol ismi halterci Naim Süleymanoğlu oldu. Cep herkülü lakablı dünya şampiyonu Naim Süleymanoğlu Bulgaristan Mestanlı’da dünyaya gelir. Uzun yıllar Bulgaristan adına şampiyonalarda birincilikler alır. 1986 yılında Avustralya’da yapılan dünya şampiyonasında ortadan kaybolarak Türkiye Büyükelçiliği’ne sığınır. Rahmetli Turgut Özal büyük bir törenle Naim Süleymanoğlu’nu Türkiye’ye getirtti.
FİLİBE
Benim gündemime Davudoğlu hocanın hatıralarıyla giren Bulgaristan’ı görmek yıllar sonra nasip oldu. İki defa farklı zamanlarda Filibe, Sofya, Kırcaali’yi görme fırsatını buldum. Katar merkezli El Cezire Televizyonu’na Balkanlarda Ramazan Belgeseli’ni çekmek üzere bir mübarek gün oruçlu bir şekilde yola çıktık. Kapıkule’den Bulgaristan tarafına geçtik ancak kamera malzemelerini gören Bulgar polisi bizi durdurdu. Biz bekliyoruz gelen geçiyor bizimle ilgilenen kimse yok. Geçiş yapmak için gelenlerin pasaportlarının arasına bir miktar para koyarak memura uzattıklarını görüyoruz. Bu nedenle geçişler hızlı oluyor. Bizim arkadaşlarda ‘’Abi biz de bir miktar para verip geçelim, başka çare yok.’’ diyorlar.
Ben ‘’Olmaz kardeşim. Rüşvet vererek geçiş yapmak ne demek? Bir eksiğimiz yok. Normal usul neyse öyle geçeceğiz.’’ Tabii tahmin edeceğiniz gibi bizim beklememiz uzun sürüyor. Sonunda bizden bir şey çıkmayacağını anlayan görevliler bize de geçiş izni veriyorlar. Sınırdan Filibe 2 saatlik bir mesafede.
Bulgaristan’da ilk durağımız Filibe oluyor. Filibe’de daha önce rehberlik yapmaları için anlaştığımız iki ilahiyat öğrencisi bizi karşılıyor. İlk işimiz Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şahabettin Paşa tarafından yaptırılan İmaret Cami’ne gitmek oldu. Osmanlının erken dönem eserlerinden olan yivli minareli bu eser Bursa Camilerine benziyor. Caminin yanında Şahabettin paşa’nın Türbesi var. Açıkta birkaç kitabeli mezar taşı da bulunuyor. Burada Filibe Müftüsü ile ramazan üzerine röportaj yapıyoruz. Daha önce geldiğimde sohbet etme imkânı bulduğum görevli beni hatırlıyor. Camide hatimler okunuyor, teravihler kılınıyor. Daha sonra bizim İstiklal gibi trafiğe kapalı bir cadde de yürüyoruz. Caddenin üstünde bulunan meydanda İmaret Camisinden daha görkemli bir eser görüyoruz. Burası Hüdavendigar ( Cuma) Camii. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından tamir ediliyor. Bu camii Murat Hüdavendigar zamanında yapılmış. Bu nedenle adına Hüdavendigar camii deniyor ancak Ulu Camii ve Cuma Camii olarak ta anılıyor. Caminin dışında sokak ressamları güzel çalışmalarını sergiliyorlar.
Filibe tepeler üzerine kurulmuş bir şehir. Yanlış hatırlamıyorsam Nöbet Tepe’de bizim Safranbolu’yu aratmayan güzellikte bir mahalle var. Dar Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri ile bizden bir parça. Bir Mevlevihane’nin önünden yürüyerek inişli çıkışlı sokaklarda tarihin içinde kayboluyoruz. Sokaklarda hediyelik eşya satıcıları var.
İftar saati yaklaşırken rehber arkadaşlarımıza helal ürün satan bir lokanta bulup yemeği orada yiyelim teklifinde bulunuyorum. İki genç rehber kardeşimizden birisi sarışın uzun boylu tipik balkanlı diğeri oldukça zayıf ve esmer. Zayıf olan arkadaş Filibe’de büyük bir Türk mahallesi olduğunu ve iftarı orada yapmayı öneriyor. Biz de iftar saati kimseye yük olmayalım bir lokantada yemeğimizi yemek için ısrar ediyoruz. Arkadaşın ısrarını kıramıyor ve Türk Mahallesi’nin yolunu tutuyoruz. Mahalleye vardığımızda Pazar kurulduğunu gördük. Pazarın etrafı çocuklarla dolu her taraf çamur içinde… Burası Roman Mahallesi ancak kendileri burayı Türk Mahallesi olarak adlandırıyorlar. Pazarda elimizde kameraları gören herkes bizimle sohbet etmek istiyor. Birden kendimizi Salı, Çarşamba pazarında sandık… Burada bir lokantada iftar ediyor ve küçük bir mescitte namaz kılıyoruz. Mahallede 6 tane mescit var ve ramazan boyunca hepsi sahura kadar açık.
KIRCAALİ
Filibe’den Kırcaali’ye geçiyoruz. Kırcaali, Rodop dağlarının eteğinde, Arda Nehri’nin iki yakasında kurulmuş yaklaşık 40 bin nüfuslu bir Türk şehri. Şehrin ismiyle ilgili çeşitli rivayetler dolaşıyor. Kırcaali’nin Konya’dan, Alanya’dan geldiği söyleniyor.
Şehirde dikkat çeken bir tarihi eser yok. Osmanlı döneminde medrese olan güzel bir bina müze olarak kullanılıyor. Şehrin ana meydanında demir metallerin içi içe geçtiği bir anıt var. Meydanda bulunan bir kültür merkezinde halk oyunları gösterisi yapılıyor. Renkli kıyafetleri hareketli oyunlarıyla gençler göz dolduruyor. Aklıma bir bizde de meşhur olan Arda boylarında türküsü geliyor.
Aman bre deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız
İkimizde bir boydayız
Biz delikanlıyız
Bu türkünün acıklı bir hikâyesi var…
Gösteriden sonra belediye başkanıyla tanışıyoruz.
Öğle namazı için camiye gidiyoruz. Namazdan sonra Mestanlı İmam Hatip Lisesini ziyaret ediyoruz. Okulun yöneticileriyle tanışıyoruz. Türkiye’den gelen grupların daha çok kendi meşreplerine uygun kişilerle ilgilendiklerini herkese hitap eden böyle hayırlı bir kurumla fazla ilgilenmediklerinden şikâyet ediyorlar.
Okulun yöneticisi ramazan havasının daha çok köylerde yaşandığını iftar için kendi köyüne davet ediyor. Ancak köyün oldukça uzak bir dağ köyü olduğunu belirtiyor. İkindi sularında hocayla buluşup yola çıkıyoruz. Derin vadilerden yeşillikler içinde kasaba ve köylerden geçiyoruz. Bu arada Kırcaali’nin 100’den fazla köyü var ve hepsi Türk. İftara biraz gecikmeli varıyoruz. Köy haklı camide iftar için bizi bekliyor. Yer sofrasında köylü kardeşlerimizle lezzetli yemekler ve sohbetler eşliğinde iftar ediyoruz.
SOFYA
Sofya Bulgaristan’ın başkenti. 1.3 milyon nüfusu, geniş caddeleri ve Sovyet döneminden kalma binalarıyla dikkat çekiyor. Bize, yani Osmanlıya dair eserler yok edilmiş. 70 adet camiden sadece birisi kalmış. Banyabaşı Seyfullah Efendi Camii 1566 yılında Mimar Sinan tarafından yaptırılmış. Sofya’nın merkezinde bulunan camii tek kubbeli, girişi revaklı çok büyük olmayan zarif görünümlü bir ata yadigârı. Caminin çevresinde eskiden medrese varmış ancak şu anda sadece boşluk bir alan var.
Sofya Yüksek İslam Enstitüsüne gidiyoruz. Bahçe içinde iki üç katlı mütevazı bir bina, yaz olduğu için öğrenci yok. Hocalar Bulgaristan’da geniş bir Müslüman nüfus olmasına rağmen okulların ve ibadethanelerin yeterli olmadığını ifade ediyorlar. Bayram yaklaşıyor ama namaz kıldıracak imam bulamadıklarından yakınıyorlar. Köylerden şehirlerden çok sayıdan talep var ancak göndereceğimiz hoca yok. Aklıma bir proje geliyor ve konuyu ÖNDER yetkilileriyle de paylaştım. Her ilimizde bulunan İmam Hatip Liselerini buralardaki camilerle kardeş yapalım. Özellikle yaz dönemlerinde, ramazan ve bayramlarda İmam Hatip öğrencilerini buralara gönderelim. Böylece gençlerin tecrübesi artacak ve yörede yaşayan insanlarında imam ihtiyacı karşılanmış olacak. ÖNDER yetkililerinin de hoşuna gitti bu konu ama bir gelişme oldu mu bilmiyorum.
Balkanları görmeden, bilmeden Osmanlıyı anlamak mümkün değil. Vize sıkıntınız yoksa günü birlik gidip gelinecek yerler var.