Bir ilahiyatçı yazarımız sosyal medya hesabından Mustafa Kemal Atatürk’ün “Muaviye’den beri ‘Ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim!’ diyen ve bizim tapındığımız halife adlı putların tahtını yıkan büyük bir İslam mücahidi” olduğunu yazmış (Zaten sosyal medya canı isteyen canının istediğini yazsın diye var). Normalde gülüp geçmek gerekir ama yazarımızın yayımlanan bir kitabında da 1 Mayıs’ın farz olduğu (1 Mayıs’ta ne yapmanın farz olduğu yazmıyor, onu kendiniz bulacaksınız) ve Muhammedi İslam ile Kemalist Devrimin ilişkisi bulunduğu gibi tuhaf iddialar yer alıyor. Demek gülüp geçecek lüksümüz yok.

Atatürk’ün mücahid olup olmadığını Allah bilir. Libya’da Müslümanları İtalyanlara karşı organize ettiği ve ‘Anadolu’da kâfirle savaşanlardan olduğu için’ Pakistan ve Buhara Müslümanlarından (SSCB’den gelen paralar Lenin’in değil yani) destek gördüğü doğrudur. Bu konuda daha fazla söyleyecek bir şey bulunmuyor. Esas sıkıntı, “Atatürk’ün Muaviye’den beri ‘Ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim!’ diyen ve tapındığımız halife adlı putu kıran bir mücahid olduğu” iddiasında görünüyor.

***

Öncelikle bilgi hatalarını düzeltelim: Muaviye’nin ‘Ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim!’ ifadesi Türkleri bağlamaz. Türklerde kut anlayışı (hakimiyetin kaynağının tanrı olması) Emevilerden çok daha önce zaten vardı. Bunu ben iddia etmiyorum, kitabelerde yazıyor (Tanrı yarlıgadığı için kut’ım). Dolayısıyla Osmanlı halifelerini Muaviye ile bağdaştırmanın elle tutulur tek bir yanı bulunmuyor. Çünkü Türkler İslam’ı Abbasiler döneminde kabul ediyor ve bu dini direkt kaynağından (Emeviler döneminde Orta Asya’ya gelmek durumunda kalan muhaliflerden) öğreniyor.

Tarihçi Haşim Şahin ile yaptığım röportajı internette dileyen bulabilir. Hocamıza “Emevilerden kaçan sahabe ve çocuklarının Orta Asya’ya gittiği ve Türklerin İslam’ı tam kaynağından öğrendiği görüşüne ne dersiniz?” şeklinde bir soru yöneltmiştim. Cevabı olduğu gibi aktarıyorum: Bu benim en fazla savunduğum tezlerden birisi. Bugünkü Anadolu’da Hanefi ve maturidilik Ehl-i Beyt kültürü üzerine kurulu. Hanefi ailelerin evlerine gittiğinizde Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma, Hatice gibi isimlerin hemen hemen her evde bulunduğunu görürsünüz. Emevileri yıkan ihtilali ortaya çıkartan Ebu Müslim, Horasanlıydı. Onun etrafında üç Türk komutan vardı. Hz. Hüseyin’in katledilmesinin ardından bölgeye gelen Ehl-i Beyt, Emevilerin aksine Türklere sıcak yaklaşınca bu İslam kültürünün iyi tanınmasını sağladı.

Türklerin İslam ile ilgili hangi kaynaklardan beslendiğine dair bir örnek daha: Hz. Peygamberin (sav) amcası Hz. Abbas’ın oğlu Kusem b. Abbas, Yezîd b. Muâviye döneminde geldiği (daha doğrusu gelmek zorunda kaldığı) Semerkant’ta şehit olmuştur. Demem o ki, Türklerin İslam’ı içselleştirirken hangi kaynaklardan faydalandığını iyi bilmek gerekir. Tufan Gündüz hocanın bu konuda ince bir kitabı var. Kemalist ilahiyatçılar bile anlayabilir. Öneriyorum.

İslam öncesi Türklerde zaten bulunan kut anlayışı örf gereği olduğu gibi İslam sonrası döneme de sirayet etmiştir. Bunun bir sakıncası da yoktur. Müslümanların ‘iktidarın meşruiyetini Tanrı’dan alan halifelere’ tapındığına dair bir kanıt da yoktur. Yani ilahiyatçı yazarımızın ikinci iddiası da (halifelerin ilah olarak görülmesi) desteksizdir. Osmanlı millet sistemine dayanan (yani her dinin tebaasının kendi kurallarının bulunduğu), şeri ve örfi kanunların geçerli olduğu (ezilemediği) ciddiyetle yönetilen bir devletti. Bunun ispatı hükümferma olduğu uzun süredir. İmparator yönetmek “Canım ne isterse yaparım, ilah değil miyim canım?” laçkalığını kaldırmaz.

***

Sonuç: Kimilerinde Atatürk’ün algılanışı ile ilgili ciddi sıkıntılar görünüyor. “Yurdu düşmanlardan kurtardı” denirken, düşmanlar kısmı neredeyse salt ‘Osmanlı gericiliği, Osmanlının Emevi tipi ilah halifeleri’ gibi distopikleştirilen geçmişle dolduruluyor. Allah şifa versin.