1980-1988 yılları arasında gerçekleşen İran-Irak Savaşı’nda ABD Irak’ı desteklemiş ve ardından Kuveyt’i işgal etmesi için Saddam Hüseyin bir şekilde ikna edilmişti. 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’in işgal edilmesi üzerine bu defa aynı ABD, etrafına topladığı 28 devlet ve 700 bin civarında askerle 16-17 Ocak 1991 tarihinde Çöl Fırtınası adı verilen Körfez Savaş’ını başlatmıştı. Televizyonlardan naklen Irak’ın bombalanması insanlığa seyrettirilirken, Amerkan askerlerinin kahramanlıkları yüceltilip, Saddam lanetleniyordu.

Bu işgalin üç önemli amacı bulunuyordu. Bunlar, petrol bölgelerinde hakimiyet tesis etmek, Soğuk Savaş’ın galibi ABD’nin dünyanın tek büyük gücü olduğunu dünyaya naklen göstermek ve son olarak İsrail’in güvenliğini sağlamlaştırmak. Ardı arkası kesilmeyen canlı yayınlarda ABD’nin “özgürlük ve demokrasi” uğruna bu külfete katlandığı zihinlere nakşedilirken, tüm çabalara rağmen Irak’ı üç kelime uğruna işgal ettiklerini gizleyememişlerdi. Neydi bu üç kelime? Oil yani petrol.

Aynı zamanda bölgeyi yeniden tanzim etmek için ABD, Irak’ın kuzeyini Çekiç Güç vasıtasıyla yeniden tasarlamaya koyuldu. Çoğu zaman olduğu gibi bu önemli eşikte, Türkiye yine beşiğe konulmuş sahte bebekleri avutmakla meşguldü. Dünya kamuoyu ise,  Bağdat’ta, Musul’da, Kerkük’te kısaca tüm Irak’ta binlerce çocuğun ölümünden sadece Saddam’ı suçlamakla yetiniyor, diplomasinin altın kuralı, “uluslararası hukuk ihlali barış içinde düzeltilmelidir” ilkesi üzerinde pek durulmuyordu. Türkiye, Saddam’ın zulmünden kaçıp Türkiye sınırında biriken yarım milyon insanla uğraşırken, Bakanlar Kurulu, Büyük Millet Meclisi’nin 17 Ocak 1991 tarih ve 126 sayılı kararına dayanarak, 12 Temmuz 1991 tarihinde, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulundurulmasına, Amerika Birleşik Devletleri, ingiltere, Fransa, italya ve Hollanda birliklerinden oluşan ve bir Türk birliğinin de katıldığı söz konusu güce izin veriyordu.

Bu arada, Irak Hükümetine, 36’ncı paralelin kuzeyinde tesis edilen güvenlik bölgesine hiçbir Irak uçağının veya güvenlik kuvvetinin girmemesi gerektiği, koalisyon kuvvetinin söz konusu bölgede keşif faaliyeti sürdüreceği ve Irak Hükümetinin barışı ihlal eden herhangi bir harekâtına kuvvetle karşılık verileceği hususlarında uyarıda bulunuldu. Dönemin başbakanlarından merhum Süleyman Demirel, bu durumu şöyle özetlemişti: “Hükümet diyor ki: “Bu Çekiç Güç, bir caydırıcı güçtür.” Nasıl caydırıcı bir güçtür?.. “Yeniden, Bağdat İdaresinin, Kuzey Irak’a hücum edip, Kuzey Irak’taki insanları yine hudutlara sığınmaya mecbur etmesine karşı, onları yerinde tutmaya yarayacak bir caydırıcı güçtür…”

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Çekiç Güç kendisine müsaade edilen şartlar çerçevesinde hareket etmedi. Irak’ta Türkiye aleyhine propaganda yapan örgütlere, “Irak’a yardım malzemesi” adı altında silah götürdüğü ve buradaki örgütleri teşkilatlandırdığı, dönemin basınına sıkça yansıdı. Her ne kadar bugün resmiyette bir Çekiç Güç olmasa da, ABD’nin Türkiye’nin terör listesindeki örgütleri başta PYD olmak üzere silahlandırdığı artık resmiyet kazandı.

Türkiye’nin bu süreçte çizmiş olduğu tüm kırmızı çizgiler kendi müttefikleri tarafından birer birer silinirken, ABD’nin temel ilkesi olan “Üç Beşten Her Zaman Büyüktür”, yani “Oil (petrol) büyüktür Peace (barış)” düsturu değişmeden devam etmektedir. Bu durum değişmedikçe uluslararası siyaset için gerisi laf-ü güzaftır.

Önemli bir uyarı, Türkiye’de şu günlerde TEOG üzerinden tartışılan eğitim meseleleri tartışılırken, Türkiye’nin, bölgenin ve dünyanın gerçek gündemine vakıf, bilgiyi takip edebildiği ölçüde üretebilen, özgüven sahibi ve vazgeçilmez şiarı, “hak, adalet ve barış” olan bir nesle ihtiyacımız olduğu ıskalanmamalıdır.