Rudbar vadisinin sert ve soğuk rüzgârlarının çıkardığı sesler, nice muhasaradan alnının akıyla çıkmış Alamut kalesinin kalın duvarlarının arkasından bile duyuluyordu. Karanlığın kasvetini kırmaya çalışan mum ışığı, rüzgârın etkisi ile bir sağa bir sola hızla yalpalıyor sönmek için fırsat kolluyordu sanki.

Aylardır çektiği hastalık acısı yaşlı bedenini daha da zayıflatmış, artık hareketleri bile iyice azalmıştı. Yatağından kalkmak için hamle yaptı. Sırtını Alamut’un buz gibi duvarına dayayabilecek kadar ancak doğrulabildi.

Gözleri odanın içini dolaştı: Yüzlerce kitap, birkaç kaliteli kılıç, duvarda asılı bir yay,  bir cübbe, eski bir masa üzerinde okka ve divit, yazılmayı bekleyen birkaç kağıt, yerde serili bir seccade, masanın üzerine ve etrafına dağılmış onlarca mektup. Son zamanlarda doğudan-batıdan, kuzeyden-güneyden dâilerinin gönderdiği bu mektuplar, hastalıktan daha çok acı vermişti ona. Her satırında bir fedâîsinin idamını, girilen bir çatışmada kırılan müritlerinin ölüm haberlerini, kendisine destek veren tüccarların mallarının yağmalanmasını, yapılan baskınlarda ele geçirilen kitaplarının şehir meydanlarında yakılmasını ve daha bunlar gibi bir sürü kara haberi okuduğu mektuplar…

Gözleri döktüğü yaşlardan olsa gerek iyice şişmiş ve kızarmıştı. Yorgun ve uykusuz gözlerini tavana doğru kaldırdı. Çocukluğunun geçtiği Rey şehrini hatırladı. Babasından okuduğu ilk Kuran derslerini. Hayatının en güzel ve en masum günleriydi. Sonra Selçuklu ve Fatımî sultanları ile giriştiği siyasi taht kavgaları, savaşlar, muhasaralar, sürgün yılları, elde edilen zaferler, herkesten gizlediği ittifaklar, dâhice planlanmış suikastlar… Hayatı bir film şeridi gibi bir çırpıda geçti zihninden.

Şimdi doğduğu toprakların çok uzağında, hasta yatağında ve acılar içerisinde ölümü bekliyordu. Kendisinden sonra Alamut’un ve kalede kalan çok az sayıda fedaisinin akıbeti meçhuldü. Ancak çemberin daraldığını görebiliyordu. Hastalığın ve hüznün verdiği acılarını dindirir düşüncesi ile yatağının yanı başında duran haşhaş torbasına uzandı. “En azından içine girdiğim bu düşünce girdabından kurtulurum.” diye düşündü.

Ayaklarını hissetmediğini farkettiğinde henüz nefis muhasebesini bitirmemişti. Kendi kendine usulca seslendi: “Tüm bunlara değer miydi ey Hasan?” Yaşadığı her şey, Nizâr’ın halife olmasını istemesi ve onu desteklemesi ile başlamıştı. Şimdi hayatı boyunca kendisine bile sormaktan korktuğu o soruyu dudaklarının ucuyla dile getirdi: “Bunca şeyi hilafet tahtına kendin oturmak için mi yaptın ey Hasan?” Odada etkileyeceği, ikna edip suikasta göndereceği bir fedaisi yoktu. O yüzden cevabı verirken samimi olabilirdi. Dudaklarından dökülecek cevabı en çok kendisi merak ediyordu. Ağzı hafifçe açıldı, ancak kelimeler duyulmadı. Dudakları ve dili hareket etmedi. Vücudu kaskatı kesilmişti. Gözleri korku ve çaresizlik içinde kaldı. Odadaki soğukluk daha da arttı. Artık bir ölüm soğukluğu kaplamıştı Alamut’un her tarafını. Sabah güneşinin ilk ışıkları pencereden sızmaya başlamıştı. Rudbar vadisine güneş doğarken karanlığın son izleri de siliniyordu.

Alamut’un burçlarından ve pencerelerinden vadiye yayılan çığlık ve vaveyla, sıcak yataklarında yatan haşhaşileri uykularından uyandırdı. Artık her şey bitmişti. Kaybedilen lider, kaybedilecek kalelerin de habercisiydi. Şimdi İran’dan başlayarak arzın en ücra köşelerine kaçmanın vakti gelmişti. Belki de pişman olup Selçuklu Sarayı’na sığınmak ve af dilemek en doğru olanıydı.

İlk kafile, imamın mezarına atılan son topraktan sonra yola çıktı. İmam olmadan çıkılan bu ilk yolculuğun nereye varacağı meçhuldü.