Elinizde tuttuğunuz ya da ekrandan okuduğunuz bu gazetenin yönetimi ve yazar kadrosu, gazetenin yayın hayatının 1. yılını anlamlandırmak adına, 28 Şubat Pazar günü Akçakale Muhacir Kampı’nı ziyaret etti. Samimi ve küçük bir karşılama programı, muhacir çocukların sergilediği birkaç şiir ve neşide, karşılıklı nezaket konuşmaları ve sonrasında çadır ziyaretleri ile nihayete eren bir program oldu. Çok da iyi oldu.

Tabi ki 30 bine yakın insanın, çok zor şartlarda hayata tutunduğuna bizzat şahit olup ayne’l-yakîn müşahede etmek bizleri sarstı. Elbette ki doğduğu topraklara dönme umudunun olup olmadığını bilmediğimiz küçük kızların okudukları şiirler gözlerimizi nemlendirdi. Hepimiz, en empatik hallerimizle, çadırlardaki çocukların en sempatik karelerini yakalamaya gayret ettik. “Müdhikât-ı dehre bizden sonra resmimiz güler” tadında mütebessim anlar yakaladı deklanşöre basan parmaklar. Sadra şifa cümleler sarf etmeye gayret etti yutkunmaktan yorulan diller. An geldi dişimizi, an geldi yumruğumuzu sıktık. “Biz geldik” dedik, “Hoşgeldiniz!” dediler. Muhacirlere misafir olup sonrasında “Allah’a ısmarladık” deyip, kamptan ayrıldık.

“Akçakale” ilçesi, sinir bozan sınıra sıfır noktasında. Tren raylarının ortadan ikiye ayırdığı şehrin diğer tarafı “Tel Ebyad” yani Akçatepe. İnsanlığın kadim halklarının binlerce yıldır hayat sürdüğü verimli Harran ovasının ortasında yer alan, ancak iki devlete ayrılmış bir şehir. Bin küsur yıldır aynı şeylere üzülüp aynı şeylere gülmüşler. Aynı türküyü çağırıp aynı ağıtla ağlamışlar. Aynı kıbleye yönelip aynı duaları yapmışlar. Bir zamandır, aslında çok da yabancısı olmadıkları sesler, kulaklarına “birbirlerinden çok farklı olduklarını” fısıldıyor. Birbirimizden uzaklaşmak demek, adamların ekmeğine yağ sürmek, nefeslerine güç vermek demek. Bizler bağırarak konuştukça onların fısıltıları daha da derinden ilerleyecek. Sakinleşip sarılınca birbirimize, nefesleri kesilecek.

“Sınıra çok yaklaşmayın, tehlikelidir!” tembihlerine rağmen şehri geziyoruz. Yakından bakınca, yani yaklaşınca, kulaklara ve kalplere fısıldayanların işlerinin aslında çok zor olduğunu fark ediyoruz.  Zira sınırın bu tarafındaki toprağın rengi ve kokusu ile diğer tarafınki aynı. Akçakale’nin toprağını süren köylü ile Akçatepe’nin ağacını budayan aynı iklimin insanı. Aradaki şu sınır olmasa, bin yıldır yapageldiği gibi ataları, onlar da birlikte verecekler molayı ve birlikte yudumlayacaklar katıklarının yanına aldıkları ayranı.

Bu duygular içinde otele geldik. Salondaki televizyonda gündem ile ilgili bir program yayınlanıyor. Konu, güney sınırımız ve son gelişmeler. Ekranda bir harita var. Yamalı bohça gibi rengârenk. Her renk başka bir gurubu temsil ediyor. Her renk diğerini yok etmek ve kendi rengine dönüştürmek için mücadele veriyor.

“Neden böyle oluyor?” sorusuna herkesin ikna edici cevapları olabilir. Herkes hakikatin bir tarafından tutmuş da olabilir. Sanırım problem, meseleleri ekranlardan takip etme hastalığımızın gün geçtikçe her şeye sirayet ediyor olması. Problemin bir diğer ayağı da çok fazla “büyük resimci” olduk. Resmin tamamını görmenin önemini inkâr ettiğim falan yok. Ama mevcut tıkanmaların çözümü, ayrıntıya inip insanlara yaklaşmak ve onlara dokunmakla mümkün.

Uydu görüntüleri üzerinden bakıp planlar çizenlerin niyetleri mâlum: Akçakale, Tel Abyad (Ak tepe), Girê Spî (Ak tepe) diyerek başlattıkları savaşı “White Hill” ile sonlandıracaklar. Geriye, söylenmiş beyaz yalanlar ve dökülmüş kırmızı kanlarımız kalacak.