Günümüzde gündemin en önemli sorusu, sıradaki aşırılıkçı kuşağın kimler olduğu ve bir sonraki tehlikenin hangi coğrafyadan geleceğidir. Bu sorunun cevabı alışılmışın dışında oldukça garip gelecektir size. Yeni nesil aşırılık yanlısı liderler elan aramızdadır ve kendilerini koruyan gayet sağlam zırhlara sahiptirler.
El-Kaide örgütü, gençleri Afganistan’a çekmeyi başaran ilk aşırılık olgusudur. Tarihin akışını kendilerinin değiştirdiğine inandırdığı bu gençleri daha sonra kendi ülkelerine geri göndermeyi de başarmıştır. Onların bu hayali geniş tabakalara yaymasını da desteklemiş ve nihayet, küreselleşme ve uydu kanalları döneminin imkânlarından da yararlanan ve bu mecraları açık bir davet ortamı olarak kullanan çok sayıda şeyh, hoca ve akademisyen kitlesine sahip olabilmiştir.
Bu davetçilerin/propagandistlerin büyük kısmı yüksek yüksek tahsil diplomasına sahiptir. Bu nedenle kısa bir süre içinde geniş bir kitle meydana getirebilmişlerdir. Pek çok insanın birer suretini indirdiği eski kayıtlara geri dönersek, bunların sonraki aşamada DAEŞ (IŞİD) denen “İslam Devleti Örgütü”nün doğuşuna neden olduğunu görürüz. Bu örgüt uydu kanallar döneminden çok iyi yararlanmış ve cihatçıların hayalî zaferlerini tüm dünyaya yaymıştır. Bu da yeni örgütün binlerce gönüllü kazanmasına yol açmıştır. O kadar ki çok sayıda genç üniversite eğitimlerini yarıda bırakıp onlara katılmıştır!
Sonraki süreçte el-Kaide gibi DAEŞ de içine kapanıp küçülmüştür. Ancak, gölgeye saklanmış durumda olan bu örgütler hâlâ yeni teoriler icat etmeye çalışmaktadır. Amaçları da Batı ile Doğu arasında çatışma olduğu fikrini kökleştirmektir. Gerek Bin Ladin’in gerekse Bağdadi’nin düşüncelerini üzerine inşa ettiği temel işte budur. Binlerce genci toplayan ve -ümmete hiçbir hayrı dokunmadığı gibi türlü felâketlere yol açmaktan başka bir işe yaramayan- savaşlara iten de işte bu teori olmuştur.
Bu akademisyenler halen birçok Arap ve İslam coğrafyasında mevcuttur ve hâlâ -dokunulmazlık zırhlarını istismar ederek- Doğu ile Batı arasında bir savaş olduğu fikrini yaymaya devam etmektedirler. Bunlar, dinî yorumlarla bazı siyasi olayları birleştirerek, bazen de Batılı politikacıların bazı eski beyanatlarını -bu ifadelerin politik boyutlarına ya da zamanlamasına bakmaksızın- istismar ederek, Batı ve İslam arasında savaş olduğu ve bu ikisinin asla bir araya gelemeyeceği teorisini ispatlamaya çalışmaktadırlar.
Sömürgecilik döneminin bittiğini anladığımız gibi kültürel müdafaa döneminin de sona erdiğini idrak etmemiz önem arz etmektedir. Biz şu anda “medeniyet yarışı/rekabeti” diyebileceğimiz bir aşamada yaşıyoruz. Bu aşamada kimse sizi bir yenilik ortaya koymaktan, -bir gün öldüğünde ve seni bir başına bıraktığında ne yapacağını düşünmeksizin tek bir lidere bağlanmak yerine- gerçek bir demokrasi modeli oluşturmaktan engellemiyor.
Hıristiyanlık ile İslam arasındaki din temelli çatışma miladi 1187’de tamamen sona ermiştir. Günümüzde İslam Batı’nın bir parçası olmuştur. Son zamanlarda Batılı bazı milletvekillerinin ve nüfuzlu insanların İslam’a girdiğine şahit olmaktayız. Toplumları onları bu tercihlerinden dolayı taşlayarak öldürmüyor ya da bu yüzden onları düşman bellemiyor. Ama biz kendi toplumlarımızda, İslam’ı yalnızca bir muhalefet/ayrışma ya da birilerinin kanını dökme aracı olarak kullanmaktayız!
Medya kanallarında yer tutan ve Batı ile din, tarih ve medeniyet savaşı vermekten söz eden akademisyenler, akademik derecelere sahip yeni bir kültürel nesil üretmektedirler. Ancak, bu kültür bozuktur. Zira cahilliğimizin, geri kalmışlığımızın ve hürriyet yoksunluğumuzun vb. tüm noksanlarımızın bütün sorumluluğunu Batı’ya fatura etmektedir!
Şayet gerçekten istiyorsanız, kimse sizin insan olmanıza mâni olmuyor!
Çeviri: Fethi Güngör