1988 yılında Ağrı-Tutak’ta geçirdiğim iki aylık süre zarfında, Ermenistan, Suriye, Irak ve İran’da “Türkçe ve Kürtçe” radyo yayınlarının rahatlıkla dinlenebilirken; Türkiye’de sadece Erzurum radyosunun dinlenebildiğini görmüştüm. Bu bile zihnen, psikolojik ve kültürel olarak bizi kendi coğrafyamızdan uzak tutmaya çalışan bir zihniyeti veya ona hizmet eden bir ihmali göstermiyor mu?

1940 tek parti döneminin Türkçe dışındaki bütün dilleri hiçbir alt yapı hazırlamadan ve gerekçe göstermeden yasaklamaya kalkışması aklın ve insan fıtratının tersine bir uygulama idi. Ve toplumda husumetler oluşturdu. Metriste devrimcilere, Mamak’ta ülkücülere, Diyarbakır Hapishanesi’nde Kürtlere yapılan gayri insani muamelelerin bugüne kadar gelen keskin fay hatları ve sonuçları var.

Bu coğrafyanın insanları, menfaatlerinin “yan yana, beraberce ve insanca yaşayabilmekte” olduğunun farkında olmalı. Doğu halkları için, birlikte yaşamanın kazandırdığı güç ve değer, sağladığı sinerji ve avantaj, tek başına ve yalıtılmış kalmalarına göre her zaman daha fazla oldu. Bugün için de böyle; yani fırsat elden kaçmış değil. Yeter ki bu halin idrakinde olunsun.

Bugün ülkemizde geçmişin hatalarını konuşmaya kalkarsak hiç bir sonuca varamayız, ama ortak geleceğimizi aklımızın, inancımızın, insanlığımızın gereği olarak yan yana, kardeşçe ve birlikte yaşama kültürüne uygun bir düzen kurmanın herkesin menfaatine olduğunu bilmeliyiz. Aynı şeyi, hemen yakın coğrafyadaki bütün topluluklar için de söyleyebiliriz.

İmparatorluk bakiyesi olan Türkiye, Irak ve Suriye’de etnik esasa göre değil, “millet sistemi”nin devamı olarak (Müslim-Gayrı Müslim) yapılandırılmış ve bir “milletin unsurları” olarak Türkmen, Arap ve Kürt unsurları bu devletlerin içinde hep var olmuştur. Bugünkü dağılımın ise bir kısmının şartlar gereği oluştuğunu, bir kısmının ise planlı ve kasten oluşturulduğunu düşünüyorum.

Bölgemizde “Ulusçuluk” akımının er-geç yaşanması kaçınılmazdı. Ne var ki dönemin “oyun kurucusu” İngiltere tarafından çizilen sınırlar etnik unsurları birbirinin içinde bırakarak 40-50 yıl sonrasının ihtilaflarını yedekte tuttu. Türkiye’de Stalinist örgüt PKK, bir Türk-Kürt kavgası çıkarmanın her yolunu denedi ama başaramadı. Kürtleri mağduriyetlere ve önyargılara mahkûm etti.

Kürtler, Türkiye’de olarak azınlık statüsünde değil, “Millet”in bir unsuru olarak kabul görmüş ve Lozan’daki “Müslüman ahalinin Türk” olduğu ifadesiyle teorik olarak birinci sınıf vatandaş görülmüştür ve milletin genelinin çektiği sıkıntı veya şiddet ne ise aynısını görmüş, ülkenin nimetlerinden de aynı şekilde faydalanmıştır.

PKK’ya kucak açıp büyüten Suriye, kendi içindeki Kürtlere bu hakları tanımadı ve onu sadece Türkiye’ye karşı bir araç olarak kullandı. Kürtlerin ve Türkmenlerin Suriye’de bırakın bir televizyon kanalına ve kültürel haklara sahip olmaları birçoğuna nüfus cüzdanı ve pasaport bile verilmez, siyasi görevlerde yer alamazlarken Türkiye’de en küçük memurluktan Cumhurbaşkanlığına kadar kimsenin etnik kimliğine bakılmadan; ülkenin her yerinde ticaretini rahatlıkla yapabilirken; hatta TV kanalından Üniversitelerde bölümlere kadar fırsat verilmişken, 50 binin üzerinde insanın kanının akmasındaki ilk tetikçiliği yapan ve kıvılcımı çakan terör örgütünün hala sempatizanlarının olması düşündürücüdür.

Türkiye, bu savaşa küresel bir saldırıdan kendisini korumak için giriştiğini ve savaşın Kürt halkına karşı değil, aynen DAEŞ’le savaşta olduğu gibi taşeron terörist gruplara karşı olduğunu; yabancı devletlerin bölgede çıkarları ve politik sebeplerle bulunduklarını; bölgedeki hiçbir halkın insan haklarını, çıkarlarını vs. umursamadıklarını bütün dünyaya anlatılabilmeli. Arakan’dan Bosna’ya, Doğu Türkistan’dan Afrika’nın içlerine kadar mazlumlara kucak açan bir milletle küresel egemenlerin dostluğu değişilebilir mi?

Bölgenin halkları Saddam’ın Halepçe’de kullandığı kimyasalın hangi ülkeler tarafından üretildiğini;  savaşa sürüklenen ülkelerde milyarlarca dolarlık silah ve paralı asker sektörünün kimler tarafından yönetildiğini; taşeron örgütlerin nasıl ortaya çıkarıldığını; işleri bittiğinde kendi vatandaşları dışında nasıl ortada bırakıldıklarını ve nihayet ölenlerin birbirine kardeş-komşu halklar olduğunu ve bundan sonra da aynı coğrafyada yaşayacaklarını unutmamalılar.

Kürdü Irak’ta referandumla bölünmeye ikna etmeye çalışan eller, AB’de Katalan’ı “yasadışı” ilan ediyor, İskoçya’nın ayrılma taleplerini haksız buluyor. Valon-Flaman bölünmesini gidermenin her yolunu deniyorlar. Çünkü büyük plana göre, o taraflarda birleşmeler, bu taraflarda ise bölünerek küçülmeler olmalı. Bizim coğrafyamızda ise bölünüp ufalanmış görmek istiyorlar

Bu söylediklerimizi yoğun propaganda ve baskıya maruz kalan toplulukların kolaylıkla anlayabilmesini beklemiyoruz. Fakat bölgede diplomasinin yanında, uzun vadeli ticari, sosyo-ekonomik ve kültürel yatırım ve politikalar hala önemini koruyor. Manipülasyona dayalı fitnelerin üretildiği bu çağda, haklı bir karşı propaganda geliştirebilmek ve bölgenin zamanla normalleşmesini sağlayabilmek gerekiyor.

İnsanların, yaşadıkları hayattan, etnik kimlikleri ve inançlarından bağımsız ortak beklentileri vardır: “Güvenli, sağlıklı ve huzurlu bir ortamda kendisi ailesi ve sevdikleri ile birlikte yaşayabilmek” gibi. Bunun ötesinde kültürel haklarda dâhil her şey ikinci planda kalır. Hukuk ve adalet temelinde, vatandaşlık statüsünde herkes eşit olarak muamele görme hakkına sahiptir ve hukuk bize göre halkın hem kitle hem de fert (birey) olarak yan yana yaşayabilmesinin yegâne garantisidir. Adalet, hakkaniyet ve hukuk temelinde kalmaktan başka gerçekçi bir yol görünmüyor.

Afrin Operasyonu ve Kürt Halkının Rotasına Dair Çağrışımlar (2)