Kurşun rengi bulutlar ufku kaplamıştı. Kasvetli bir hava hâkimdi. İktidarın yıkılması gerektiği söyleniyordu. Komplo teorilerinin ardı arkası kesilmiyordu. Meydanlarda cübbeli profesörler boy gösteriyordu. Fakültelerde korku havası hâkimdi. Derslere başörtüsüyle giren öğrenciler fişleniyordu. Başörtülüler kamusal alanlardan uzaklaştırılıyordu. Genç kızlar evlerine de gidemiyordu. Çünkü iş aradıklarında kendilerine onur kırıcı ikinci evlilik tekliflerinin yapıldığı konuşuluyordu. Gözyaşı ve ümitsizlik hâkimdi.

***

Genç akademisyen, korku ve baskının dindar bilinen insanları bile darbe taraftarı yapabildiğini gördü.

Sınıfa girdiğinde saf ve masum bakışlı kız öğrencilerin merhamet dileyerek yüzüne baktıklarını ve “hocam dersinizde başımızı açmasak olur mu” dediklerini duydu. Bazı kızlar sormadan sessizce başörtüsünü açıyordu. Ütülü saçları örtünün altından görünmeye başlarken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. İki arada bir derede kalan bazı kızlar evlerine dönemiyordu. Çünkü evlerinde de başörtülerini açmaları ve kanunlara uymaları yönünde baskı geliyordu.

İdealist akademisyen, bu yürek parçalayan tablo karşısında ne başörtülü ne de başı açık hiçbir öğrenciyi fişlemedi. Onurlu yaşamanın ilk şartının inancından taviz vermeden yaşamak olduğunu öğrendi.

YÖK’ün aleyhinde konuşmak ve başörtülü öğrencileri derse almak isnadıyla hakkında soruşturma açıldı ve dostları hızla kendisinden uzaklaştı Dört kişilik soruşturma komisyonu onu acıyan ifadelerle teselli etmeye çalışıyordu. Cürmünün çok ağır olduğu hissine kapıldı. Suçlamaları reddederek cezadan kurtulması yönündeki tavsiyeleri gördükçe şaşkınlığı bir kat daha arttı. Cezadan kurtulması için yalan söylemesi gerektiği ima ediliyordu. Bu paradoks içerisinde suç işlemediğini ve onurlu bir davranışta bulunduğunu tekrar hatırladı. Yaptıklarını sonuna kadar savundu. Ağır bir ceza almıştı fakat kuş gibi hafifti. Çünkü inandığı gibi yaşamıştı ve inandığını cesurca müdafaa etmişti. Karar verildi ve işini kaybetti. Alıştığı tarzda bankamatiğe kartını yerleştirdiğinde paraların gelmediğini gördü ve ilk şoku yaşadı. İşinin kolay olmadığını ilk kez paradan mahrum kalarak fark etti. Yokluk yılları başladı.

Çilekeş akademisyen, inandığı dava uğruna mücadele edenlerin mağdur ve mahrum olsa bile mesut ve huzurlu olduğu hissini yaşadı.

İşsiz kaldı, inşaatta çalıştı, bir İETT biletine muhtaç oldu. Tevekkülünü bozmadı ve tam bir metanetle çalıştı. İş aramak için yüzlerce girişimde bulundu. İş daveti yapan birkaç kurumdan birisinde işe başladı. Yeni elbise bulamadığı zaman eskileriyle idare etmeyi öğrendi. Marketlerde taze meyve ve sebze alamadığı zaman “çıkma” kasasından alışveriş yaptı. Çocuklarına bayramlık alamadı. Allah’tan başka kimseden istemedi. Çileliydi, dertliydi fakat mutluydu. 

Genç adam, Allah’a tevekkül etmeyi, Allah’tan başka kimseden korkmamayı ve kula kul olmamayı öğrendi.

20 yıl geçmişti. Allah izzet verdi, iş verdi, evlat verdi, ev verdi, araba verdi, imkân verdi. Ulaştığı rahat içerisinde boğulmamak için yaşadığı sıkıntılar pusulası oldu. Hain 15 Temmuz darbesine karşı 28 Şubattan öğrendikleri sayesinde karşı koyma cesaretini buldu.

İhtiyar delikanlı, zahmette büyük bir rahat olduğunu yaşadı ve gördü. Fakat rahata ulaştığında mücadele azmi ve kararlılığının zedelendiğini fark etti. Bu farkındalıkla ideallerinden uzaklaşma tehlikesi ile yüzleşti. Derin bir iç çekti! Atalet ve rahat zincirini kırmak daha zormuş dedi.

Eğdi başını ve yutkundu, “2000’li yılların gençliğine 28 Şubat’ta yaşananları hatırlatmalıyız” dedi.