İnanmış bir toplumun asla çaresiz olmayacağına bizim inancımızdan sayısız misaller verilebilir. Kalben inandığımız bu gerçek, sadece Müslümanları ilgilendirir diyecek olan Batılı zihinlere yine Batılı bir isimle sesleneyim; sesleneyim ki belki etrafımızda oynadıkları oyunda neden ve ne derece güçlü olduğumuzu anlayabilsinler.

Kierkegaard’nun o mükemmel sözüyle diyorum ki: “İnanan kişi umutsuzluğa karşı ezeli ve ebedi olarak kesin bir panzehre yani imkânlılığa sahiptir; çünkü Allah için her şey her an imkân dâhilindedir.”

İşte bu her an ve her şeyin imkân dâhilinde olduğu bu inanmışlık durumunun bizi tarihimizde nerelere götürdüğünü yine en iyi Batılılar bilirler. İşte o öylesine bir güçtür ki Avrupa’ya kalın sınırlar çizdirmiş; nüfusu doğuştan asker olan bölgeler kurdurmuştur.

Türkiye’yi önünde “tek bir seçeneğe mahkûm” zannedenlerin yanıldığı temel nokta da burasıdır. Düz bir bakışla elbette tek seçeneğe mahkûm olmak, aynı zamanda umutsuzluğa da mahkûmiyet demektir. Ama fiziki tezahürlerin ötesine geçen, asıl gerçekliklerin sahibi, “insana göre imkânsızlıklar” içerisinden sonsuz derecede imkânlar nasip edebiliyor.

Nitekim bize taa “one minute”te ölüm fermanı imzalayanların hesapları nasıl çökerdi. Etrafımızdaki birçok hadiseye rağmen, zayıflatılmış ya da güdümlü hale getirilmiş iktidarların, yanı başımızdaki coğrafyalarında şiddet kol-gezerken ekonomimiz, büyümemiz nasıl dünya rekorları kırabilirdi. Teknolojimiz, bilimsel ataklarımız nasıl hızla gelişebilirdi.

İşte bütün mesele “inanmak” ve “yine inanmak”; sihir bence burada başlıyor. Kararlı olmak, taşınan fikre olan sağlam bir inancın vesilesi… “Zayıflığın umutsuzluğu” her noktadaki zayıflığın umutsuzluğu demektir; “haklıysanız güçlüsünüz, güçlüyseniz de umutlusunuz”demektir aslında bunun ters yüzü.

Korkular öğrenilmiş şeylerdir. Ya birileri bize korkunun kendisini hatta neden korkmamız gerektiğini öğretirler ya da biz kendi korkumuzu üretiriz. Oysa korkular gerçeklerin öğrenilmesiyle de yok edilirler; üzerine gidildiğinde alt edilirler.

Akıl sahiplerinin “korkunç derecede gülünç” olarak değerlendirdiği bu gerçek şudur; “kaderine boyun eğ” ya da “zalimin gücüne itaat et ki onunla iyi geçinesin” gibi altında tehlikenin nereden geldiğine ve gerçekte ne olduğuna dair hiçbir bilgi barındırmayan düşük zekâ unsuru telkinler.

Bu tarz telkinler ancak sorgulayan bir akılla aşılabilir. Unutulmaması gereken gerçek şu ki; korku imparatorlarını asla erişemeyecekleri “güç” seviyesine eriştirenler, dedikoduların gerçeğini aramayan vehimli kafalardır. Korku imparatorunun her insanın yanına koyacak bir “askeri” asla yoktu ama bilinçleri işgal eden çok sayıda gönüllü “vesvâs” onu bütün beyinlere zahmetsizce ve çok ürkütücü bir güçle taşıyor. Öyle ki her iki kişi konuşurken diğeri için “Acababu da mı?” diye düşünecek kadar kendilerini çevreleyen korkunun esiri oluyorlar.

Şimdi asıl yapmamız gerekeni ifade ediyorum. Zihinlerdeki gücü gerçek gücünün fersah fersah ötesine geçmiş olan bir yapıyla mücadelenin ilk adımı, zihinlerde başlamalıdır. Hayalet bir gücü dünyanın hiçbir ağır silahıyla yenemezsiniz. Zira yenecek bir şey de ortada yoktur zaten.

Zihindeki hayali gücü yendikten sonra fiziki olanın ne kadar hükümsüz olduğunu İslâm tarihi gösterdi bize. Yine görmemizin yolu sadece kodları hatırlamakla ilgili…

Ben söylersem yalancı olabilirim ama Rabbimizin ve Peygamberimizin “birlik”olduğumuzdaki gücümüze dair onca vaadinden nasıl şüphe edilebilir ki…

Ve son olarak: Ne olursa olsun gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir inatçılığı vardır… O inadı test etmeden, gerçeklere kendimiz ulaşmak zorundayız; menfaatimiz ve hayır buradadır…