Yazının başlığı, günümüzün ‘değer üreten’ yazarlarından Rasim Özdenören’in aynı isimli eserinden alındı.
Özdenören “Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?” (İz Yayıncılık) isimli kitabında şu sorulara cevap arıyor:
Batı ve İslam; iki kültür ve tefekkür arasındaki farklar nelerdir?
Batı dünyası hakkında azgelişmiş ülkelere hangi yanıltıcı imajlar verilmektedir?
Türkiye’de Batı ve Batılılaşma konusu, çağdaşlık ve bilimsellik gibi kavramlardan ne anlaşılmalıdır?
Batı uygarlığının paradoksları nelerdir?
Bizim Batılılaşma (Garplılaşma) tarihimiz, keskin olarak İkinci Meşrutiyet döneminde başlar. “Teceddüd”, “ıslahat”, “tanzimat” olarak adlandırılan hareketler “asrîlik”, “asrîleşme”, “muasırlaşma” ve “çağdaşlaşma” kelimeleriyle tarif edilmiştir.
Kendini, kendine göre Batı’da olana siyasî, sosyal ve kültürel olarak yaklaştırma, itme hareketi de diyebiliriz buna…
Merhum Emin Işık’ın Dergâh Yayınları arasında çıkan “Nurettin Topçu-Çağdaş Bir Dervişin Dünyası” isimli eser bu anlamda önemli bir çalışma. Bir diğeri ise D. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti”…
Emin Işık hoca, Cumhuriyet sonrası Batılılaşma sapkınlığını Topçu özelinde çok önemli ana başlıklar altında sunuyor kitabında…
İkinci Meşrutiyet döneminde kendilerine Garpçılar adını veren muhit, Cumhuriyet’in kuruluşunda da etkili rol üstlenmişlerdi. Kanonik yapıları, mahfilleri ve ellerindeki yayın imkânlarıyla geçiş sürecinin ideolojisini oluşturmuşlardı. Moiz Kohen gibi isimleri de içlerine alarak…
İlginçtir…
Batı’da, kendini Doğu toplumlarına göre ayarlayıp, Doğululaşma heyecanı/hezeyanı yaşamış herhangi bir millet ve ülke yoktur.
Günümüzde hâlâ “muasır medeniyet seviyesi” nakaratının tekrarlanıyor olması…
Biz ve Batımızdakiler tekerlemesi…
Modern Dünya değerleri ve biz Doğulular ezikliği…
İşte bu saçmalığın devamı…
Toplumun önemli bir kısmının rüyasını gördüğü asrîleşme, Batılılaşma ya da çağdaşlık…
Kendi ilerlemesini hâlâ başkalarını ezerek pekiştirmeye çalışmanın adıdır.
Değiştirilmesi ve düzeltilmesi imkânsız şeyleri başkalarına ihale ederek yaşamaktır.
Bir için üstesinden gelemiyorsa, bu işi başkalarının yapamayacağı imajını bir algı operasyonuna çevirerek mevzi kazanmaktır.
Kesinlikle ve kesinlikle kendisinden başka hiçbir şeyi ve hiç kimseyi düşünmemektir.
Dolayısıyla Yeni Türkiye’yi…
Yeni Türkiye’nin kazanımlarını eski reflekslerle anlamaya çalışmak büyük bir aymazlık olarak önümüzde duruyor.
Batı’nın özgüveni onun sömürge medeniyeti olmasından ileri geliyor: Kurduğu burjuva ve aristokrasiyi sömürgeleri sayesinde ayakta tutabiliyor. Hatta ordularını bile ya lejyonlardan veya sömürge topluluklarından devşirdikleri askerlerle kurabiliyorlar.
Meseleyi, merhum Nurettin Topçu’nun şu sarsıcı cümleleriyle noktalayalım ve lütfen…
Titreyelim ve –artık- bi kendimize gelelim:
“Bir gün bizim hak sevgisiyle atıldığımız merhamet cihadı elbette Hakk’ın lütfuna mazhar olacak, şimdi acımasını bilmeyen vicdanlar kendi sefaletlerine acıyacaklar. Allah’a götüren dava yolunda yürürken sabretmek gibi bir cevheri cihat tarihi kaydetmemiş olsa gerektir. Daha çok söyleyeceğiz. Dosta da düşmana da çevrileceğiz. İmansıza da, Yahudi ve masona alet olan yedi defa hacca gitmiş Müslümana da çevrileceğiz. Ruhlara da bedenlere de akıbetlerini hatırlatacağız. Bir gün mutlaka muvaffak olacağımıza, muvaffakiyetin de ruhları ve kalpleri fethetmek demek olduğuna inanıyoruz. Yirminci asrın çölünde yolunu şaşırmış, ye’se düşmüş kafileleri nerede ve kimin olursa olsun kurtaracağımıza inanmayanlar bizden değildir; zira ‘Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir!’”