“Müslümanların işi çok zor!” diyerek başlasam söze, aklınıza ilk gelen, işimizi zorlaştıranın İslâm karşıtları olacaktır. Keşke öyle olsaydı. Zorluk belli, zorlaştıran besbelli olurdu. Zorluğa gayret, zorlaştırana refleks ile zoru kolaylaştırabilirdik. Ne acıdır ki, yüzde 90’ı Müslüman olan bu ülkede, Devlet nezdinde, millet içinde yaşanan zorlukların müsebbibi yine kendimiziz. Yani ahvalimiz sapı ağaçtan olup, ağaca diş bileyen balta misali…

Zor bizde, zorlaştıran bizde… Olmadık kazaları, bitip tükenmek bilmeyen dertleri başımıza tebelleş eden de biziz, zor olanın altında kalan da… Tıpkı izahtan yoksun kazalarıyla ünlü “Bermuda Şeytan Üçgeni” gibi ahvalimiz.

Bu üçgenin bir köşesini idrak noksanlığımız, ikinci köşesini Haçlı zihniyeti, üçüncü köşesini ise kendi içimizdeki aklı evveller zapt etmiş durumda. Bu üçgenin içinde soluk almaya çalışan millet, köşelerin başını tutan gerekçeleri ortadan kaldırmadıkça uzun soluklu yol kat etmemiz bir zaman sonra imkânsız hâle gelebilir.

Birinci gerekçe… İslâm, kelime anlamı ile selâm (barış)  kökünden geliyor. Müslüman o barış teminatını sağlayan Vahy-i İlahi’ye tam teslim olan iken, dinimizden daha iyi bir din, oluşturma çabamızla dindarlığımıza zeval getiriyoruz. Din, münferit mesuliyet yüklerken, kendi idrakimizi çoğulcu bir idrake teslim edip Vahye teslimiyetimizden taviz verir olduk. Kitap bir, sünnet bir, ancak inandığımız ve yaşadığımız din pek çeşitli… İşte bu sebeple bütünlüğü sağlamak, “Bir” olanın emir ve nehiyleri çerçevesinde birliktelik arz etmediğimiz için işimiz zor!

İkinci gerekçe… Haçlıların, bu ülkenin Müslümanlarını yüzyıllardır hedef olarak görmesi… Bu, normal diyeceksiniz. Düşman belli. Fakat durum öyle değil işte… Müslüman“mış” gibi yaşayıp, Hilâl ile anılıp Haçlıların sayımıza ve vatanımıza göz dikmesine sebep olmanın da bir mesuliyeti var. Haç ve Hilâl mücadelesinin içini dolduracak nitelikte midir acep ahvalimiz!? Bizden korktukları kadar mıyız!?

Üçüncü gerekçe ise, cemi cümlemiz Müslüman olmakla beraber, birbirinden daha üstün olduğunu iddia eden gruplara, kliklere bölünmüş olmamızdır, ki en tehlikelisi de budur. “Emri bil mağruf nehyi anil münker” yetkimizi, Tanrının vekili gibi kabullenmiş marazi din eleştirmenleri türettik içimizde. Rabbin bağışladığını, yeryüzü tanrıları bağışlamıyor. Rabbin kendinden haber verdiği rahmet, merhamet, ismet gibi lütûflara ipotek koyan küçük tanrıcıklar(!) çoğaldı aramızda. Zahirle hükmedip ezici üstünlük sağlayacak eleştiriler kol geziyor milletin içinde.

Bazen de şeytan tuzak kuruyor. İhlaslı kalpler Vahyi terminolojiden “Şehitlik” ile siyasi terminolojiden “demokrasi” yan yana gelince işler karışıyor. Diriler yerine ölülerin makamı merak konusu olabiliyor. “Demokrasi Şehidi” olur muymuş, olmaz mıymış gibi…

İş buraya varınca, Rus yazar Gogol’un “Les Ames Mortes/Ölü Canlar” adlı eserini hatırladım. Bir aklı evvel, şekil yapıp bir kasabaya gelir ve çiftçilerin ölmüş olan kölelerini satın alır. Devletten, hem ölü(!) kölenin idame hakkını tahsil eder hem de köle sayısının çokluğunca itibar edinir.

Örnek çok, buraya taşımaya ise hiç mi hiç gerek yok. Zira her birimiz etrafımızı kuşatmış o yeryüzü tanrılarına çarpmadan yol alamaz olduk. İbadetlerimizin şeklinden, kazancımızın keyfiyetinden, kılık ve kıyafetimizden kendini sorgu memuru addetmiş bu yeryüzü tanrılarının şerrinden Rabbim bizleri muhafaza buyursun!

İşimiz bizimle, bize zor vesselam!..