Tarih, içerisinden geçtiğimiz şu koridorları yazdığında, duvarlarda en çok yerliliğe ve milliliğe ait fotoğrafların asılı olduğunu görmüş olacağız. Türkiye milliyetçiler ve ulusalcılar cenneti. Sağıyla, soluyla, muhafazakârıyla, liberaliyle hepimiz milliyetçiyiz. Milletini sevmek, aidiyetinin farkında olmak, kökleri ile uzlaşmak ve kendisi ile yüzleşmek her millet için üstün meziyetlerdir.
İnsanoğlu soyunu, toprağını, kökenini, kabilesini ve ait olduğu kültürü benimser ve bu aidiyetle övünür. Hakkıdır da.
Mesleğim gereği özellikle Osmanlı dönemi kültür hayatını çalışıyor olmam hasebiyle Osmanlı sonrası değişen milliyet algısını daha rahat görebiliyorum. Mesela Osmanlı döneminde millet ve soy isimleri, merkeze alınan etnik bir ırkın üstünlüğü odağında tanımlanmaz. Yani Türk ya da Arap ırkının üstünlüğü üzerinden diğer milletler nasibini almaz. Bir zihniyet meselesi olarak ortaya çıkan bu yaklaşım akademik yayın düzeyinde ağır eleştirilere muhatap kılınır ve Osmanlı edebiyatında Türk kavramına ve aidiyetine yönelik olumsuz örnekler öne çıkarılır.
Osmanlı aydın zihniyetindeki bu etnik aidiyetlere yönelik seçkinci bir tavrın bulunmayışını ümmetçilik ideolojisine bağlayanlar da yanılırlar. Bu konu çağın sosyolojik koşulları ile anlaşılabilecek bir imparatorluk zihniyetinin yansımasıdır.
Aydınlarımızın ve akademisyenlerimizin çoğu zaman unuttuğu şey milliyetçiliğin modernist ve Batıcı bir akım oluşudur. Modern zamanlarda, aydınlanma sonrası bir Batılı buluş olmak üzere, Avrupa için toparlayıcı ama diğer imparatorluklar için de bir tehdit oluşturmak üzere kamçılanan araçlardan biri durumunda idi.
İmparatorluklar için modern zamanların başında en tehlikeli söylem farklı aidiyet vurgusunu öne çıkarmak idi. Sonuç itibariyle de Balkan topraklarında görüldüğü gibi beş asırlık vatan beş ayda kaybedildi.
Cumhuriyet ideolojisinin sahiplendiği modern ve Batılı ulusalcılığın etnik bir vurguyu belirgin hale getirdiği 80’lerden sonra konuşulmaya başlandı.
Soğuk savaş dönemi yeni bir ulusalcılık bilinci öğretti. Anti-emperyalist ulusalcı damar karşısında anti-komünist milliyetçi savunma cepheleri oluştu.
Bu süreçte sağ ve sol kanat ulusalcı akımlar Cumhuriyet milliyetçiliği ile zaman zaman kesişmiş olsalar da yerli ve milli kodlar 90’lardan sonra daha sağa ve muhafazakâr alana doğru kaymaya başladı.
Muhafazakâr siyasetin üstü örtülü modernist ve devletçi milliyetçiliğinin sesi de bu merkeze yönelme sürecinde doğal olarak daha gür çıkmaya başladı. Gelinen noktada yerli ve milli olmadığını ve dahi milliyetçi ya da ulusalcı olmadığını söyleyen sağda ve solda bir Allah’ın kulu kalmadı. Türkçüsü, Kürtçüsü herkes milliyet ve aidiyet odaklı bir söylem geliştirdi.
Bu bir süreç meselesidir. Global ve bölgesel terör eylemleri, uluslararası ajan-provogatif faaliyetler, ekonomik buhranlar, darbe girişimleri ve ağır toplumsal olaylar toplumların nispeten içine kapanmasına ve savunma refleksi ile yerele ve millete dönmesine yol açmıştır.
Türkiye özelinde konuşacak olursak yaklaşık iki yüz yıldır içeride ve dışarıda çok yoğun bir tehdit ve tahrik söz konusu olduğu için ve dönemsel olarak tüm dünyada dünya savaşlarının etkili olduğu büyük travma hikayelerinden sonra bir toparlanma ve vatana sığınma duygusu yaşanmaktadır.
Fakat bir erdem olarak bu ülküyü ve aidiyet duygusunu yaşatmakla birlikte, dünyaya söyleyecek sözü olan bir medeniyet hikâyesinin anlatıcıları olarak dünyanın her yerinde ruhu vicdan ve merhametle işlenmiş güzel insanların da bulunduğunu unutmamalıyız.
Balkanlarda, Japonya’da, Avrupa’da, Rus, Acem ve Arap coğrafyalarında yaşayan, bütün farklılıklarımıza rağmen tarihten gelen o sıcak nefese ve içli sese kulak kabartan milletlerin olduğunu ve sesimizi ve nefesimizi sınırlarımızın dışında yaşayan bu insanlara daha çok eriştirmemiz gerektiğini daha çok hatırlamalıyız.