Bir ülkede hukukun az işlemesi veya hiç işlemiyor olması haliyle hukuka olan güveni sarsar. Fakat aklı başında hiç bir insan, hukukun koruması altında olmaktan vazgeçmez. Çünkü hukuk “güçlü”nün değil, güçsüzün daha fazla ihtiyaç duyduğu ve onu korumak amacıyla oluşturulmuş bir değer ve kurallar manzumesi. Kısacası hukuk az işletilebilse de, hiç işletilemese de ona küsülüp sırt çevrilmez.
İşte uluslararası hukuk da (milletlerarası/devletlerarası hukuk) hiç işlemiyor veya az işliyor olsa da ona küsülmesi, sırt çevrilmesi akıl kârı değil. Tam aksine bu hukukun işletilmesi için bütün imkânlar harekete geçirilmeli, ihlaller ve talep hakları en aktif ve güçlü şekilde öğrenilerek savunularak gündeme taşınmalıdır. Bu noktada Birleşmiş Milletler Sistemiyle ondan çok daha geniş bir alan ve manayı ifade eden Uluslararası Hukuk, çoğu kez farkında olunmadan birbirine karıştırılıyor.Milletlerarası insan hakları belgelerinin sağladığı koruma alanının ciddi ve odaklı şekilde öğrenilmesi ve onun küresel ölçekte yürütülmesinin takipçisi olmak mevcut hakkaniyetsiz ortamı kısmen de olsa ıslah edebilir.
Milletlerarası hukukun iyi işlemediği ve güçlülerin bir aracı olarak kullanılmaya çalışıldığı herkesçe malum. Küresel güçlerin, bu önemli alanı oluşturmak, yorumlamak ve kendi lehlerine bir güçlü araç kullanmak üzere nasıl yatırımlar yaptıklarını anlamak gerekiyor. Kaç uzmanın, hangi usullerle yetiştirildiğine, oluşturulan tezler ve akademik algının eğitimden medyaya kadar nasıl profesyonelce kullanıldığına bakmak birçok kimse için oldukça öğretici olabilir.
Bosna, Çeçenistan, Irak, Suriye, Cezayir, Tacikistan, Afganistan, Sudan ve daha nice trajedi, bizim kuşağın şahit olduğu uluslararası hukuk problemlerinden birkaçı… Her bir olayda (case), savaşan taraf, uluslararasılaşmış çatışma, devletlerarası savaş, iç savaş, meşru müdafaa hakkı, savaşçı, terörist vb. gibi milletlerarası hukukun temel kavram ve terimleri, uzman ve medya potansiyeline sahip devletler lehine yani hakkın değil, gücün lehine yorumlandı ve yorumlanıyor. Bütün bu uyuşmazlıklarda, güçlü olana öfke duymanın, maalesef sonucu değiştirmeye mutlak bir etkisi olmuyor.
İnsan hakları ihlallerinin en ağırları kendi coğrafyamızda yaşanmışken ve hâlâ yaşanadururken protestolar, hararetli tartışmalar, konuşma ve nutukların ötesinde artık hem “nazari” hem de “amelî” bir şeyler yapmak gerekiyor. Coğrafyamızda, problem çözmede akla gelen ilk usul sokakta da milletlerarası arenada da kol kuvveti. Evet, bunun son çare olarak (Afrin’de olduğu gibi) meşru ve gerekli olduğu haller vardır. Fakat dünyanın öbür ucundaki insan hakları ihlallerini meşru araçlarla bertaraf etmek ve savunmak, ihlali dünya gündeminde tutabilmenin diğer araçlarını da unutmamak gerekir. Son iki yazımda ısrarla dile getirmeye çalıştığım diplomasi ve “yumuşak güç”, kalıcı ve adil çözümler için mutlaka gerekli. Bu iki önemli gücün, benzer hassasiyetleri taşıyan sınırlı sayıdaki diğer ülkelere taşınması ve takip platformlarının kurulması şart. Nasıl mı?
İki örnek üzerinden açıklamaya çalışayım:
Önceki yıllarda Dünya Bülteni’nde yayınlanan “Arakanda ne yapmalı?” yazımda ifade ettiğim gibi Arakan konusundaki çözüm önerilerimizden ilki, Myanmar, Endonezya, Japonya, Malezya, Bangladeş ve Türkiye’den oluşan bir Barış Grubu’nun oluşturulmalı ve bu grupta ABD, Rusya ve AB’nin gözlemci statüsüyle temsilci bulunduracağı bir gündem ve takip alanı açılmalı. Yardım poşetleriyle verebileceklerimiz gerekli olsa da sadece gönüllerimizi rahatlatıcı. Bunlar, kalıcı değil, palyatif adımlar olarak kalıyor.
Arakan her katliam sonrasında en fazla bir hafta sürebilen heyecanlı bir gündemden sonra aynı hızla unutuluyor. Mutlaka bütün bölgeler için aynı çözümler geçerli olmayabilir ve diğer örnekleriyle birlikte bakıldığında, Türkiye’nin doğrudan üstlenebileceğinden ağır bir yükün ortada olduğu çok açık. Fakat yukarıdaki çözüm önerimde olduğu gibi Türkiye’nin doğrudan üstlenmesi yerine, Endonezya ve Malezya’yı merkeze alarak ve Bangladeş’i ikna ederek bu insan hakları dramını dünya gündemine taşıması mümkün.
Diğer bir yazımda, Azerbaycan-Ermenistan ihtilafının ve özellikle Karabağ meselesinin çözümü için “Minsk Grubu” yanında, özellikle Türkiye, Rusya, Azerbaycan ve Ermenistan’ın içinde bulunduğu bir Çözüm Grubu önerim olmuştu. Çünkü şu anda, Minsk Grubu içinde onlarca devletten oluşan bir komisyonun ne çözüm bulma, ne düzenli toplanabilme, ne de sonuç alabilme ihtimali gözüküyor. Türkiye, onlarca yıldır %25 toprağı işgal altında kalan Azerbaycan’ın topraklarının işgaline karşı barışçıl yollarla ve kangren daha da yayılmadan çözüm üretebilir. Bölge, Türkiye’nin Asya’nın tamamına ve kardeş bir coğrafyaya açıldığı ve daha da ilginç tarafı küresel aktörler tarafından Türkiye’nin tamamen devre dışı bırakıldığı ve mevcut bütün ilgi alanlarımızdan daha önemli bir alan. Çözüm bence her zaman askeri değil; bu işgali ve benzerlerini Dünya gündemine taşıyabilmek, diplomatik ve “yumuşak güç” araçlarını tam olarak kullanabilme maharetinde.
İnsani ve vicdani açıdan çok önemli bulduğum uluslararası hukuk konusunu ve ihlalleri çözümleriyle birlikte gündemde tutmaya gayret edeceğim.
(Devam edeceğiz…)