Ekonomi ile siyaset/politika arasında her zaman önemli ve kuvvetli bağlar olmuştur. Ancak 17. yüzyıldan itibaren, tarih boyunca görülmemiş büyüklükte ekonomik örgütlerin (şirketlerin) zuhuru, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkileri daha da çetrefilli hale getirmiştir. 17. Yüzyıla kadar siyasi örgütlerin bir parçası olarak, ekonomik örgütlerin, belli bir yere kadar gücü vardı. Ancak sanayi devrimi sonrası bu örgütler, devlet politikalarına doğrudan tesir edecek güce ulaşmışlardır. Mesela 19. yüzyılda Ortadoğu ve Afrika’da devlet sınırlarını büyük ölçüde petrol şirketleri çizmişlerdir. Hatta ABD’nin kurulması ve dünya ölçeğinde söz sahibi olması, ekonomik örgütlerin göz kamaştırıcı bir başarısı olarak görülmelidir.
Uluslararası şirketlerin güç kazanımı; teknolojilerdeki gelişim, ekonomik insan paradigmasının yaygınlaşması, yönetim bilimlerinde sağlanan ilerlemeler, gibi bir dizi sebep neticesinde 2000’li yılların başına değin hızla devam etmiştir. Tam da yekpare küresel yönetim modeli teorileri üretilebileceği bir evrede, ulus devlet bürokrasilerinin yeniden inisiyatif almaya başladığını görmeye başladık. Dünyanın pek çok yerinde devlet bürokrasilerinin küresel tek bir dünya devleti yönelimine ayak dirediğini söyleyebiliriz. Bu yönelimin sebebi olarak, ekonomik örgütlerin artık parçalanmadan sürdürülmesi zor devasa hacimleri, yerel ticari örgütlerin ölüm-kalım savaşı vermeleri, sosyal devlet anlayışının geniş toplumsal kitlelerce kabulü, sosyal- iktisadi gelişmeler gibi pek çok şey söylenebilir. Nihayetinde bir dizi sosyo-ekonomik sebep sonucunda, devlet bürokrasilerinin bir ortak akılla hareket etmeye başladığı ve kendisi için bir varlık mücadelesine giriştiği görülmektedir.
Dünyadaki bu eğilim 2 imparatorluk bakiyesi ülkede 2 baskın lider karakteri üzerinden daha da güçlü tezahür etmektedir. Putin ve Erdoğan yeniden güçlü siyasi örgütler trendinin, en önemli sembolleridir. Her iki lider de kendi medeniyet ve toplumsal geçmişlerinin üzerinden dünya sistemine karşı çıkmakta, ekonomik büyük örgütlerin güç bölgelerine doğrudan ve dolaylı müdahalelerde bulunmaktadırlar. Çin ise bu trendin tam karşısında bir teslimiyeti ifade etmektedir. Çinli politik elitler, misyon ve değerler birlikteliğini oluşturamadıkları için örgüt bürokrasilerini küresel ekonomik sisteme teslim etmiş durumdalar. Bu nedenler kısa vadede herkesin gıpta ettiği ekonomik başarılarına rağmen, Çin’i yakın gelecekte felakete sürükleyecek bir zemine ulaşmışlardır. Almanya ise bu denklemde ikili oynar gözükmektedir. Her iki trendi izlemekte her iki trendin hâkim olması sonrasında ortaya çıkabilecek vasattan faydalanabilecek şekilde pozisyon tutmaktadır.
Özetle; “Aydınlanma” çağı topluma karşı sistemi keşfeden, örgütlerin zaferi ile sona ermişti. Batının doğuya karşı ezici üstünlüğü sistem ve siyasi örgütler üzerinden gerçekleşti. Sonra siyasi örgütlerden bayrağı önemli ölçüde ekonomik örgütler devraldı. Bugün belki de doğu yeni bir tarihi düzlemde buna siyasi örgütler üzerinden cevap verme hazırlığında. Bu cevabın yeterli bir cevap olup olmayacağı, toplum – örgüt ilişkilerinde insanı ve değerleri merkeze alan yeni ve verimli bir modelin inşası hakkında daha söylenecek çok söz var.
Ne demişti Özdemir Asaf:
-İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı?
–Bu, insana bağlı.