Hezarfen Ahmet Çelebi, kollarına kanat takıp Galata Kulesi’nden Doğancılar Meydanı’na uçtu.

Görenler gözlerine inanamadı.

Olay, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine dahi konu oldu.

Sonra? Sonrası malum;

“Bu adam çok özgür ruhlu… Bre zaptedemeyüz” denilerek, bizzat Dördüncü Murad Han tarafından Cezayir’e sürüldü.

Gelelim Hezarfen’in torununa…

Vecihi Hürkuş’a…

O da uçma meraklısıydı.

1940’ların başında, o imkânsızlıklarla ilk profesyonel yerli uçağı yaptı.

Adını da, soyadından esinle “Hürkuş” koydu;

Hürkuş 14.

Hür şekilde, deneme uçuşlarına başladı.

Fikirtepe’de, kalabalık bir topluluğun önünde güzel güzel gösterilerini yaptı.

Baktı ki, randıman alıyor bu iş.

Bi’cesaret İstanbul’dan Ankara’ya uçtu.

O gün; uçağın kuyruğuna “Yaşasın Türk Havacılığı” yazılı bir pankart asmıştı.

Yetmedi, okulunu kurdu Eskişehir’de.

Sonra derhal İktisat Bakanlığına koştu, sürüş ve üretim belgesi almak için başvurdu.

“Lakin bizde o uçağa belge verecek teknik ekip yoktur” denilerek, geri çevrildi.

(Memlekete faydası dokundu ya, normaldir).

Öyle mi? Öyle!

Topladı pılını pırtısını, vın!

Dooooğru Çekoslovakya’ya!

Parçalara ayırdı uçağını, trenle götürdü, orada tekrar birleştirdi.

Çalıştı üzerinde harıl harıl, daha da geliştirdi.

“Burada kal, sana her türlü imkânı sağlayalım, paraya boğalım” dediler.

Çok geçmeden tekrar döndü Türkiye’ye.

Çünkü o, ülkesine âşık ve hürriyetine düşkün bir adamdı.

Soyadı boşuna “Hür” ile başlamamıştı.

Anadolu’yu bizzat kendi ürettiği uçağıyla gezdi.

Ancak gariptir; izinsiz uçuş yaptığı gerekçesiyle önce uçması, sonra da uçak yapması yasaklandı.

Bir gün bile caymadı.

İzinsiz, mizinsiz gene yaptı, gene uçtu.

Lakin…

Men edilmelerin ardı arkası kesilmedi maalesef.

Yıldırma çabaları sonuç verdi, 69’da nihayet kahrından öldü adamcağız.

Bugün hâlâ adını sanını bilmeyen bir gençliğimiz var bizim.

Harikayız di mi?

Geçelim Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’ya…

Eskişehir cer fabrikasına atölye kurdu.

Topladı en seçkin mühendis kadrosunu; ilk Türk otomobili Devrim’i yaptı.

(Her ne kadar, 2008 yapımı “Devrim Arabaları” filminde, adı bile zikredilmese de)…

Devrim’in önemli bir özelliği vardı;

Motor aksamlarından lastiğine kadar, her bi’ şeyi yerli malıydı.

İki çeşit prototipi üretildi;

Sivillere beyazı, bürokratlara siyahıydı.

Görücüye çıktığı gün…

Çalışmadı. Çalışmadı çünkü benzin koymayı “unutmuşlardı” (!)

Yetkililerce ön yargıya varıldı;

“Hadi oradan, yerli otomobil mi olurmuş” dediler.

Sonra “Biz de bir şey sanmıştık! Yürümüyor bile!” dediler.

Sırtlarını dönüp gittiler.

Otomobilimiz daha yol alamadan, “yol aldı”.

Yıllar yıllar geçti. Geldik iki binlerin başına…

Henüz bir araba yapamadık ama yerli uzun menzilli silah, füze, füzesavar, tank ve helikopter üretildi bu ülkede.

Her zaman derim, şimdi de diyorum;

Sebep olanlardan, yapanlardan, destek çıkanlardan Allah, binlerce kez razı olsun.

Ancak gel gelelim yasakçı zihniyet, bir türlü kabullenemiyor bunları.

Neymiş, yüzde yüz yerli değilmiş, bazı aksamları Avrupa’dan, Amerika’dan geliyormuş falan filan.

Tövbe estağfurullah!

El insaf yahu!

Daha 10 yıl öncesine kadar, bir tank paleti dahi üretemiyorduk.

Şimdiyse tankın kendisini yapıyoruz.

Bunu göremiyorlar mı?

İlginç.

Sadece savaş sanayi mi gelişti peki?

Elbette hayır.

Göktürk uyduları fırlatıldı bu ülkenin yerli ve milli sermayesiyle.

Düşünün, daha dün, kıçı kırık çanak anten üretemezken şimdi uydu fırlatıyoruz uzaya.

Hem de peş peşe 3 adet…

Şu bizim “ileriye” takılı “geri vites” yazar abiler kudurdular tabi, kudurmaz olurlar mı?

Neylersin, kalemleri oryantal bu adamların, yapacak bir şey yok.

Eleştiri on numara. Ancak icraat sıfır!

“Vay efendim yerli malı uydu mu olurmuş da bilmem ne…”

“N’olurmuş peki?” diyoruz, cevap yok.

“Yerine bir önerin var mı?” diyoruz, tık yok.

“Fransa’ya yaptırılsa daha mı iyi olur?” diyoruz.

Salyalarını saça saça “E-elbette” diyorlar.

Nede olsa Batı “üstündü” ya onların gözünde.

Biz yapamazmışız.

Neyse…

Onlar kudursun dursun.

Nafile!

Maymun gözünü açtı.

Vatana millete hayırlı uğurlu olsun.