Erol Güngör, İdris Küçükömer ve Mümtaz Turhan arasında nasıl bir kıyaslama yapabiliriz?

Ya da doğru soru: Bu üç isimden hangisi daha yerlidir? Daha sahihtir?

Erol Güngör, daha genç sayılabilecek bir yaşta, 45 yaşında hayatını kaybetmiş (1938-1983), ‘yerli’ bir aydın. Aydın dedikse, tam bir münevver. Türkiye’nin Batı kültürüne giremediğini, İslam kültüründe de kalamadığını yüksek sesle söyler.

Hatta, “İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır” (İslam’ın Bugünkü Meseleleri) sözleriyle de bugünün fotoğrafını hiçbir bulanık nokta bırakmayacak biçimde çekmiştir.

“İslam’ın meseleleri” var mıdır, yok mudur? Bu ayrı bir tartışma konusu… Ancak, Erol Güngör’ün baktığı noktada, onun kadrajına giren kare aslında yüzyıllardır gözümüze sokulanlardan çok farklı değil.

Buyurun bakalım…

İdris Küçükömer(1925-1987), sosyolojiye kategorik bakmaz. “Türkiye’de dipte sağ sol, sol da sağdır” der ve bu görüşünü sağlam temellendirir. Bir dip araştırması yaptığımızda bunun böyle olduğunu çok rahat görürüz. Cumhuriyet dönemi ve hemen sonrasındaki gazete manşetlerine, analizlerine, fikir hayatına bakalım…

Bugün ‘faşist’ diye mimlenen sağ düşünce geleneği aslında kendisi kadar solu da beslemiştir. Yani derin sağ ve sol birbirinden ayrılmaz.

Küçükömer’e göre “Türkiye’nin asıl sorunu; Türkiye’de politik ilişkilerle, üretim ilişkilerinin üst üste gelmesi, yani çakışmasıdır. Ve bu çakışmaya dayanan sistematik bütünlüğün de bürokrasiyi oluşturması…”

Politik ilişkilerle üretim ilişkilerinin birbirine girmesi veya aydınların siyasetin alanına müdahale etmesi…

Hatta aradaki gri alanların ortadan kalkarak tamamen kaotik bir toplum düzeni inşa edilmesi de aynı fotoğrafın değişik karesi olarak yorumlanabilir.

Mümtaz Turhan (1908-1969) bu iki isme göre daha Garplıdır! Batının içi yerine dış kıyafetini almakla itham eder fikir dünyasını ve siyaseti.

Diğer iki isim gibi düşünce hayatımızın önemli isimleri arasındadır.

Turhan’ı önemli kılan, düşüncesinin merkezine “millet olma” ve “milli kültür”ü almasıdır. Bair kesim, Mümtaz Turhan’ın ‘milliliği’ni Kemalist çizgiye oturtmaya çalışır. Bazı açılardan doğrudur ama önemi yok. Ona göre “medeni bir toplum olmakla, millet olmak arasında hiçbir fark yoktur.”

Prof. Dr. Abdullah Korkmaz’ın ifadesiyle, “Milliyetçilik ona göre millet olma, milli bir kültür ve toplum olmadan kültürün de olamayacağını belirtmektedir. Bu noktada milliyetçilik de millet olma, millî bir kültür ve millî birliğe kavuşma iştiyakından başka bir şey değildir.”

Mümtaz Turhan, Batı’nın milli kültür meselesini çoktan hallettiğini söyler. Türkiye’nin milli kültürün nüvesini bile teşkil ettiremediğinden yakınır. Hatta zayıf ve gevşek bulur.

Bugüne dönüp bakalım: Hummalı/ derin bir mühendislik faaliyeti gözlemliyoruz. Bir yanda din, bir tarafta dil ve edebiyat, başka bir tarafta gelenek, tarih bilinci vesaire…

Bu çalışma bir türlü meyvelerini vermiyor, veremiyor. Çünkü bütün renkler birbirine karışmış durumda. Kaleci gol atmak için en ileride, imam müteahhitlik yapıyor, bürokrat başka işler peşinde, şair tüccar olmuş, yayıncı simsar…

Böyle bir gerçeklik içinde milli kültürün varlığı veya yokluğu kim için nasıl bir öneme sahip olabilir ki?

Yine Prof. Korkmaz’ın Turhan’a yaslanarak yaptığı tespitle söyleyelim: “Varlığıyla yokluğu hissedilemeyecek olan bir kültür unsurunun diğer bir toplumda önemli ve birleştirici bir rol oynaması mümkündür. Bu bakımdan Türkiye’nin ana ve hayati davası millet olma ve millî kültüre kavuşmaktır.”

Öyle boş nutuklarla…

Efendim, “ben yaptım oldu” hamasetiyle olmuyor bu işler…

Biraz tefekkür ve çokça gayret…