Kara 12 Eylül’den sonra Türkiye yeniden tanzim ve tahkim edildi. Hem de bütün kurumlarıyla…

Üniversiteler, kamu kurumları, STK’lar, bürokrasi, sermaye grupları…

Sanat da tahkim edildi doğal olarak… Adına o zamanlar ‘sanatçı’ denilen ancak şimdilerde boş teneke kutusu olduğunu gördüğümüz birtakım adamlar, sahiplerinin istediği gibi toplumu afyonladılar. Hizmetlerinin karşılığı olarak aldıkları paraları cebe indirdiler. Kendilerine seçkin bir hayat kurdular. Birçoğu mutsuz oldu ve öylece de ölüp gitti…

Bu imtiyaz başından beri birtakım insanlara sağlandı. Kanonlar, cemiyetler, evler eliyle yetiştirilen bu insanlar geleneğe yaslanan her şeyi yok ettiler. Adına modern dedikleri temsilleri yine kurgulanmış kurumlar eliyle ödüllendirildi ve pazarlandı.

1980’li yıllarda fırtına gibi esen ve kapalı gişe oynayan Devekuşu Kabare de bu sisteme dahildi. İçinden çıktığı toplumu ti’ye alan, şive ve argo ile mizah yaptığını zanneden ekip, ülkenin en prestijli mekânlarında milyonlara seslendi. Daha doğrusu seslenmeleri için imkân sağlandı.

Ölümünden birkaç yıl önce siyasi ve ahlaki olarak müthiş bir savrulma yaşayan Levent Kırca, yıllarca “Darbükatör Baryam” olarak anılan Müjdat Gezen, 70’lerin kafasıyla toplumun bütün inanç sistemleriyle alay eden Ferhan Şensoy ve daha niceleri…

Ülkemizin gerçek sanatçıları aç- biilaç hayata tutunmaya çalışırken sözü edilen ekip aristokrat bir yaşama geçiş yaptılar; burjuva sınıfına girdiler.

İçinden çıktıkları toplumu öyle hakir gördüler ki, şimdilerde ağızlarına aldıkları “faşizm”, “demokrasi” gibi kavramları da 70’lerin jargonuyla, artistlik olarak kullanıyorlar. O yüzden de eğreti duruyor.

Onları kral koltuğuna oturtan bu millet tarafından seçilmiş cumhurbaşkanına “haddini bil” diyecek kadar şuurlarını kaybediyorlar…

“Her faşist ülkede olduğu gibi ya ayağından asarlar ya da zindanlarda zehirlerler” diyecek kadar akıllarını yitiriyorlar…

Düşünce özgürlüğü bir tarafa…

Eleştiri de…

Eleştirinin de bir kuralı/ kaidesi var. Çıkarsın şunu yanlış söylüyorsun, bu böyle olmalı dersin. Ancak bu kadarını diyebilirsin. Ama tutup da tehdidi, hakareti eleştiri olarak savunmaya kalkarsan işte buna kimseyi inandıramazsın. Hatta 80’li yıllarda kuş kadar geliriyle seni besleyen, adam eden, insan sınıfına sokan, sana saygınlık kazandıran milletin öfkesini kazanırsın. Ağzınla kuş tutsan da ömrü billah kendini aklayamazsın. Hoş, artık bu saatten sonra aklasan da adam sınıfında sayılmazsın…

Bu nasıl öfkedir arkadaş!

Bu nasıl gözü dönmüşlüktür!

Bu nasıl bir hadsizliktir!

Bu nasıl bir milli irade düşmanlığıdır!

Bu nasıl bir kör göze parmak sokma halidir!

Bu nasıl bir idrak zehirlenmesidir!

Koskoca (!) adamlar, koskoca sanatçılar (!)…

Yahu işinize gücünüze bakın. Marketlerinizde işler tıkırında… Adınızı taşıyan okullarda para saymaktan parmaklarınız dolama olmuş, sahnelediğiniz şeyler kapalı gişe…

Bir siyasi partinin televizyon kanalına çağrıldınız diye…

Sizi çağıran teneke bir eski gazeteci müsveddesinin dolduruşuna nasıl gelirsiniz!

Sevgili okur, ben kendi nam-ı hesabıma, buradan bir itirafta bulunuyorum:

Sözünü ettiğim şahısların oyunları için kuyruklarda beklediğim, televizyon programlarını izlemek için kanalları kilitlediğim dönemlerim oldu. Bunun için pişmanım. Kendime öfkeliyim hatta…

Huzurlarınızda tövbe ediyorum…

Hatta nasuh tövbe ediyorum…

Tahrim Suresi’ndeki “Ey iman edenler! Samimi bir tövbe ile Rabbinize dönün!” uyarısına uyarak…

Rabbim cümlemizi aymazlıktan kurtarsın.

Ve sonsuz merhametiyle bizi affetsin…