Türkiye çağdaşlaşmasında iki kutuplu bir çatışmanın oluşturduğu gerginlik üzerinden onlarca yıldır enerjimizi heba ediyoruz. Bu yapay kutuplaşma, büyük ölçüde ideolojik keskinliklerimizden kaynaklandı. Sağ ve sol cenahı kin ve nefret odaklı çatışma ortamına iten zihniyetin temelinde de ne yazık ki din algısı bulunmakta.
Din bilgisini, tarihin savaşlı dönemlerinde edindiğimiz için klasikleşen din öğretiminde düşman ve inkâr eksenli bir siyasal dilin geliştiğini kabul etmeliyiz. İslam’ın her ne kadar barış ve huzur dini olduğunu söylesek de icrada fetih ve gaza vurgusu hep etkili oldu. Bu yapının karşısında da yine siyasallaşmış bir inanç sistemi olarak “küfür” her zaman varlık gösterdiği için bu savunma refleksi, eğitim düzeninde de kendisine sürekli yer buldu. Aydınlanmacı laiklerin de inanç alanı üzerinde ipotek koyma hak ve salahiyetleri büsbütün ortadan kalkmadı.
Özetle, eğitim-öğretim alanı, ister laik isterse dindar pencereden bakılsın, kutlu bir dava olarak anlaşılmaktadır. Esasen bedenin, beynin ve ruhun eğitimi son derece ilkel/kadim bir iştir. Bedensel, sanatsal ve sosyal etkinlikler yoluyla ruhsal alanın olabildiğince iyileştirilmesi esastır. Bireyin normalleşmesi, iyileştirilmesi ve potansiyelini öğrenmesi ile de toplumsal refah hedeflenir. Kaldı ki “şeriatların ruhu” da tam olarak bu doğrultudadır.
Bugünün temel sorunu, dindar ya da laiklerin modern koşullarda eğitim verdiklerinde eskilerden çok daha bilinçli ve çok daha donanımlı bir nesil yetiştirdiklerine inanmaları. Fakat basit olan şu ki insanoğlu için on sekiz yaşına kadar verebileceğiniz eğitim onun biyolojik ve ruhsal altyapısına yani ilahî/tabiî doğasına uygun düşen donanımlarla sınırlıdır.
İslam, denge ve güvenliği telkin eder. Biz dindar nesil yetiştirirken en başında dünya ile kavgalı, ailesi ile kavgalı, organik ve ruhsal ilahî/tabîî doğası ile kavgalı bir nesil yetiştirmek için zorlandığımızı artık görmeliyiz.
Biz, dindarlıklarımızın “İslamî” olduğuna kendimiz karar veriyoruz.
Evet, ehl-i İslam olana ya da olmayana özgü dindarlıklarımız vardır ve olacaktır. Bu akademik ya da metafizik bir realitedir. Bunu, ilahî/tabiiî yatkınlığı sebebiyle zaten insanoğlu aramakta ve bulabilmektedir.
İnsanın doğası güzele ve iyiye dönüktür. Anarşi, kargaşa, kaos ve şiddet zaten toplum düzeninde doğal olarak çizgi dışına alınan alanlardır. Özellikle son yüzyılda, Müslüman olmayan toplumların ahlaksızlığı konusunda ciddi bir önyargının oluştuğunu hepimiz biliyoruz. Şehirlere yerleşmeye çalışan Doğulu Müslümanlar için şehirden, yeni olan modern süreçlerden kaynaklanan yabancı olmanın doğurduğu muhafazakârlık, ahlak eksenli bir savunma sistemi oluşumuna neden oldu ve bizim tehdit ve sığınak algımızı bu “yabancılık duygusu” belirlemeye başladı.
Eğitim-öğretim için kökten “yeni” bir şey yapmak ne mümkün ne de gerekli. Ama şunu söyleyebiliriz ki temel eğitim sürecinde verilmesi gereken “temel”in ne olduğu, ilkellerin/eskilerin bile bilinci dahilindedir. Çevresini, bedenini ve ruhunu tanıyan, yaşamı boyunca kendisi ve çevresi için huzur, güven ve konforun bir parçası olan insanoğlunun yolculuğu bundan sonra da değişmeyecektir.
Bu tabiata ekleyebileceğimiz sosyal ve işlevsel donanımlar elbette her toplum için kazanım olacaktır. Ahlak ve değerler eğitimi de bunun bir parçasıdır ama en temel ihtiyaç; koruma, savunma ve yaşama dinamiklerinden mahrum kalmamaktır. En kutlu dava, başkasının da bir davası olduğunun farkında bir hayat yaşayabilmek olmalıdır…