İranlı bir caninin öldürülmesiyle Türkiye’de ne kadar İran mühibbanı varsa ortalığa saçıldı. Molla parası yiye yiye, “Türkçeyi Fars aksanıyla konuşmaya” başlayanlardan; üç gün öncesine kadar Müslümanlara olan nefretini “mollalar İran’a” diyerek kusup şimdi “Ayetullah alkışlamaktan elleri şişen” Kemalistlere kadar liste uzayıp gidiyor.

Ülkemizde İslami düşüncenin kodlarına İrancılık o kadar nüfuz etmiş ki, en olmadık yerden bir cerahat gibi patlıyor. Öyle olmasaydı, adı “milli” görüş olan hareketin televizyon kanalında İranlı katilin, 15 Temmuz şehitlerinden hatta Ömer Halisdemir’den bile daha büyük bir şehit olduğunu söyleme cesaretini nereden bulurlardı? Son kırk yıldır, “Pers yayılmacılığının Şii akidesiyle mecz olmuş hali” Lübnan’dan, Suriye’ye; Yemen’den Afganistan’a kadar tarihsel nefretini Sünni halkların üzerine boca etti.

Sadece onlar mı?

İrancılık tehdidi 90’larda artınca adeta bir “panzehir gibi” takdim edilen Selefilik damarlarımıza zerk edilmeye başlanmıştı. Günahlarıyla İran’dan aşağı kalır bir yanı olmayan “Suud’un pompaladığı” bu akım ise, tüm “tarihi birikimi, geleneği, usul ve erkanı” bir çırpıda silip adeta “anarşist, köksüz bir İslam anlayışını” dayatıyordu. Suud’un işbirlikçiliğine lanetler okuyanlar dahi, sahih İslam diye pazarlanan bu “öze dönüş” masallarından kendilerini kurtaramadılar.

Bizi “bin yıllık devlet mefkûremizden” koparan, vatan mefhumunu “din dışı” diyerek öteleyen anlayış, Somali’de, Irak’ta pazaryerlerini kan denizine dönüştüren bir canavara ilham verdi. Kimi yerde “bütün nefreti Türkiye” olan El Kaide‘nin Şebab’ına, kimi yerde DEAŞ‘a dönüştü.

DARBECİLER İRANCILIK VE SUUDÇULUK İLLETİNDEN MUTLU OLDULAR

Türkiye’de son bir asırdır “İslami olan her şeye düşmanlık besleyenler”, 90’ların sonunda şiddetlerinin dozunu arttırdığından, bu toz bulutu içerisinde gerçekleri görmemiz mümkün değildi. Devletimiz, üzerindeki bu curufatı temizleyip silkelendikçe, iki asra yayılan “vesayetini yitirmek istemeyenler” karşımıza bu iki harf ile çıktılar: TC.

Biz, “Burası ilk değil, son devletimiz, biz bin yıldır buradayız” dedikçe onlar “TC” dediler. Kendilerinin kronik bir vaka haline getirdiği “Kürt sorununu” çözmek istediğimizde karşımıza yine aynı isimle çıktılar. Onların bu “iki harfle bir ilgilerinin olmadığını”, tıpkı İrancılık ve Suudçuluk da olduğu gibi, düşmanın kendisine bir maske olarak bunu taktığını ancak birkaç yıldır anlayabiliyoruz.

YİTİP BULDUĞUM AŞK AĞRISI

Polis okulunun mezuniyet töreninde “Allah’a, bayrağa, vatana…” diye başlayan yemin, bin yıllık devletimizin tarihinde, üzerimize yapışan tozların nasıl da bir meltem rüzgarında savrulup gittiğinin kanıtı aslında.

T ile C’yi kalbimin üzerine, kaybedip yeniden bulduğum bir aşk ağrısı gibi bastırmam o gün başlamadı elbette.

Şimdi bu yazıyı okuyanlardan kimilerinin, nargileden sararmış bıyıkları altından “Bu yakında Kemalist de olur” dediklerini duyar gibiyim.  Ben devletsizliğin acısını, İstanbul’un orta yerinde alınlarından vurulup, morgda kollarıma teslim edilen üç Çeçen gencin soğuk bedenlerinde duydum. Ne deseniz nafile.

Ben T ile C’nin adamlığını, Kafkasya’nın bağımsızlığını istediğim için Rusya tarafından BM’ye şikâyet edildiğimde bir kez daha anladım. Türk Devleti Çeçenistan’ın izzeti için nota yediğinde bir kez olsun dönüp, “Neden bizi zora soktun” bile demezken; İstanbul caddelerini “kahrolsun İsrail, kahrolsun Rusya” diye inleten ışıklı İslamcı tabela sahipleri“Vazgeç bu sevdadan, Guantanamo’ya alırlar seni” diyerek akıl veriyorlardı. Üstelik bunların bazılarını sonradan, PKK’lı oldukları için kayyım atanan HDP’li başkanlara destek kuyruğunda gördüm ben.

Ellerinden Kurtubi’nin tefsirini, Teymiyye’nin risalelerini düşürmeyenler, ganimet diye Suriyeli garibanların mülklerine çökerken; Mehmetçiğin Halep’in beldelerinde, üstelik terk edilmiş olsa bile kimsenin evine girmeyip, kaldırım taşlarında uyuduğunu gördüm ben.

Meğer TC, Kızılelma için yollara düşen Mehmet’in alnında parlayan yıldızmış.

Çıkmaz sokaklarda, ateşten hendekle nihayet bulan caddelerde avare gezinmeyin gençler. Bir de şunu unutmayın: Dünyadaki Müslümanların, bin yıldır yıkılmayan, ülküsünü kaybetmeyen, sendelese de yeniden aynı şuurla ayağa kalkan en büyük hareketi, bir ucu Libya’da, diğeri Balkanlarda; bir ayağı Suriye’de, merhamet eli Afrika’da olan Türkiye Cumhuriyeti‘dir.