Abdullah Gül’ün başbakanlığında kurulan 1. AK Parti Hükümeti’nde Dış İşleri Bakanlığı yaptıktan sonra, 2 dönem TBMM AB Uyum Komisyonu Başkanlığı görevini de yürüten Emekli Büyükelçi Yaşar Yakış, aynı zamanda AK Parti’nin ilk kurucu lider kadrosu arasında yer alır. Düzce’de il başkanlığı yaptığım dönemlerde kendisinin de bu seçim bölgesinden milletvekili olması nedeniyle teşrik-i mesaimiz oldukça yoğundu ve yerel siyaset denkleminde genelde birlikte hareket ederdik.
Suriye başta olmak üzere Mısır ve Suudi Arabistan gibi birçok Arap ülkesinde uzun yıllar üst düzey diplomat ve büyükelçi sıfatıyla görev yapan Yakış’la 2009 yılında Suriye’ye gitmeye karar verdiğimde, oradaki tecrübeleri üzerine uzun uzadıya sohbet etmiş ve çeşitli tavsiyelerini almıştım. Hatta o dönemlerde Suriye ile ilişkilerimizin oldukça iyi olması nedeniyle Şam’da bir AK Parti temsilciği açmak konusunda da fikir teatisinde bulunmuştuk.
Arap Baharı olarak ifade edilen ve Arap halklarının diktatoryal yönetimlere başkaldırı hareketlerini başlattıkları dönemde ve gösterilerin Suriye’ye sıçradığı 2011 yılı Mart ayında da Şam’da idim. Esed’le ilişkilerimizin süreç içinde en iyiden en kötüye doğru geçirdiği tüm evrelere bizatihi sahadan şahitlik ettim. Türk kimliğimle bu ülkede yaşamamın çok tehlikeli bir hal almasının ardından vatanıma geri döndüm. Diktatör Esed ve faşist Baas rejimine karşı başlatılan Suriye devrimine katkı sağlayabilmek için de arkadaşlarımla beraber kendi çapımda ve elimden geldiğince uğraştım. Suriye’de her kesimden dostlar edinmiş biri olarak, onların gerçekten demokratik ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere tüm kesimlerin baskı görmeksizin yaşayabildikleri bir ülkenin onurlu vatandaşları olmayı hak ettiklerine inanıyordum ve hâlâ inancı taşıyorum. Esed rejiminin barışçıl gösteriler karşısında takındığı vahşi ve dehşetli tutum öfkelerimizi körüklerken İran ve Rusya’nın bu zalimlere verdiği destek karşısında ise adeta kahroluyorduk. Suriyeli dostlarımız uluslararası toplumu harekete geçirmemiz konusunda yoğun baskılar yapıyor; ancak hiçbir şekilde dış müdahale istemediklerini ısrarla vurguluyorlardı. Türkiye’den bu noktada beklentileri çok büyüktü ve dünyanın bu gidişata seyirci kalamayacağına ön görmekteydiler. Ortada henüz Özgür Ordu ve çeşitli isimler altında bir araya gelen irili ufaklı silahlı direniş grupları olmadığı gibi ne El Kaide ne de DAİŞ’in esamisi dahi okunmuyordu o günlerde.
Suriye’den döndükten sonra sayın bakanla birkaç telefon görüşmemiz oldu ve Türkiye’nin izlediği Suriye politikasından memnuniyetsizliği dile getirdiğini hatırlıyorum. Daha doğrusu sanırım biraz da AK Parti’nin dış politika ilkelerini belirleyen isimlerin başında geldiği halde ve bölgede çok uzun yıllar görev yapmış olmasına rağmen Suriye konusunda kendisiyle hiç istişare edilmemesine ilişkin bir kırgınlık yaşıyor gibiydi ya da ben öyle hissetmiştim. Belki de sadece bir devlet adamı olarak sadece ülkesi adına kaygı duymaktaydı, bilemiyorum.
Bizler büyük bir coşku ve hırsla Esed’in sonunun artık geldiğini -ya da gelmesi gerektiğini- haykırırken, Sayın Yakış, 2012 yılı Nisan ayında bir gazeteye verdiği mülakatta, Suriye konusundaki görüşlerini tafsilatlı olarak anlattıktan sonra “Esed’in bir yıl içinde gideceğine dair kimseyle iddiaya girmem!..” diyordu. İlerleyen zamanlarda yine benzeri görüşlerini çeşitli basın yayın organlarında dillendirmeye devam ediyor; ancak son derece nezaketli üslubuyla, tüm görüş farklılıklarına rağmen hükümeti ya da Erdoğan’ı asla direkt olarak hedef almıyordu.
Son olarak Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizi, ardından yazdığı gazetede yer alan tüm makaleleri okuma fırsatı buldum. Sayın Yakış’ın bu yeni durumun yol açabileceği muhtemel gelişmeleri ele aldığı yazılarının en sonuncusunun başlığı ise “Türkiye’nin Suriye’deki seçenekleri azalıyor” şeklinde.
Bu yazıda özet olarak Yaşar Yakış, Türkiye’nin Suriye konusunda başından beri yaptığına inandığı başlıca yanlışları dile getiriyor. Bunlar ise;
“1) Türkiye’nin Suriyeli sivil göstericilere karşı aşırı şiddet kullanılmaması yönündeki olumlu telkinlerini bir şekilde yerine getiremeyen Esed rejimiyle tüm iletişim kanallarının kapatılması. Bundan sonra Türkiye’nin Suriye’de oynayabileceği etkin rol, eksilme sürecine girmiştir. Şam Büyükelçiliği ve Halep Konsolosluğu kapatılmamış olsaydı, Esed üzerinde daha etkili olunabilirdi. İki ülkenin fikir ayrılığına düşmesi, tüm iletişim kanallarının kesilmesini gerektirmez.
2) Hangi muhalif grupların ılımlı, hangilerinin aşırı olduğu konusunda Türkiye’nin kriterlerinin Batılı ülkelerden farklılık göstermesi. Bu tanım farkı, Türkiye ile Batı ülkeleri arasında bir güven eksikliğinin doğmasına sebep oldu ve bazı örgütleri destekleme konusunda Türkiye’yi Batı ülkeleriyle karşı karşıya getirdi.
3) Türkiye, kendi ülkesinin IŞİD tarafından, insan ve mühimmat tedariki için kullanılmasına karşı önlem almada yavaş davrandı ya da Batı’da öyle bir algı oluştu.
4) Suriye’de bir uçuşa kapalı bölge veya güvenlikli bölge ilan edilmesi konusundaki Türkiye’nin ısrarı ki, bu önerinin makul gerekçeleri olduğu kuşkusuzdur. Ama gerekçenin makul olması bir iştir, projenin gerçekçi olması başka bir iştir. Böyle bir bölge ihdas etmek uluslararası meşruiyet gerektirir. Bu da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) bu yönde karar alması demektir. BMGK’da veto yetkisi olan Rusya’nın buna karşı olduğu bilinirken, bunda ısrar edilmesi Türkiye’yi imkânsızın peşinden koşar duruma düşürdü. Nitekim şimdi BMGK’nın 2254 sayılı kararı, “Suriye topraklarının her türlü güvenlikli bölgelerden arındırılmasını” öngörüyor ..
5) Rus uçağını düşürmek hukuken bir hak olabilir; ancak bu hakkı kullanmak bir hatadır. Gerçi Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Eğer onun Rus uçağı olduğu bilinse idi farklı şekilde hareket ederdik” demek suretiyle bu eylemin bir hata olduğunu zımnen kabul etti; ama Türk-Rus ilişkileri, bu eylem nedeniyle, ciddi bir hasara uğradı. Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Türkiye’ye, ağır bir fatura ödettirmeye çalıştığı bir gerçek. Bu olay sadece Türk ekonomisine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda Rusya’nın bölgeye daha güçlü bir şekilde yerleşmesine neden oldu ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’de rahat hareket etme imkânını da önemli ölçüde kısıtladı. Eğer uçak düşürme olayı vuku bulmasaydı, Türkiye ve Rusya, çıkarlarının ortak olduğu alanlarda Suriye’de birlikte hareket edebilirler ve çıkarlarının çatıştığı konularda da, iki dost ülke olarak, bir orta yol bulabilirlerdi. Ancak artık bu ihtimal yok gibidir.”
AK Parti’nin kurucu genel başkan yardımcıları arasında yer alan ve dış politika bahsinin bir zamanlar kendisine teslim edildiği isimlerden biri olan Yaşar Yakış’ın son gelişmeler üzerine analizleri bu şekilde. Reel politik konusunda duayen kabul edilen isimlerden biri olan Yakış’ın Suriye konusunda başından beri düşüncelerini çeşitli mecralarda çok daha detaylı olarak dile getirdiği bir gerçek ve bu haliyle kurucusu olduğu partinin bugün izlediği politikalarla büyük ayrışma gösterdiği de apaçık.
Sayın Yakış’ın yukarıda alıntıladığım görüşlerinin doğruluğu ya da yanlışlığından öte sanırım asıl mesele, dış politikada atılacak önemli adımlar öncesinde iç istişari mekanizmaları sağlıklı işletebilmek. Zira ülkemizin ve bölgemizin maslahatı açısından sağlıklı dış politika Monşer-İdealist ayrışımıyla değil, bilakis birleşimiyle üretilebilir. Buna siz deneyim ile dinamizmin güvenli kardeşliği de diyebilirsiniz…
Selam ve duayla…